İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yeni bir devlet kurmalarına müsaade edilen Avusturya elitlerinin bu izni alabilmek için başvurdukları en önemli argüman Nazilerin ilk kurbanlarının kendileri olduğuydu. Ne Adolf Hitler'in bir Avusturya-Macaristan İmparatorluğu vatandaşı olduğu gerçeği ne de Hitler'in Avusturya'nın Alman İmparatorluğu'na ilhakını yüz binlerin sevinç gösterileri altında ilan etmiş olması bu argümanın kullanılmasına engel olamadı.
24 Nisan 2016 tarihinde Avusturya'da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri birinci turunda alınan sonuçlar da zihinlerde, tarihin çok fazla uzak olmayan bir gelecekte tekerrür edeceği fikrini uyandırmakta. Aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) adayı ve Avusturya Parlamentosu üçüncü Başkanı Norbert Hofer'in oyların % 35'ini alması ülkede yaşayan bütün sağduyu sahibi kesimleri derin endişeye sevk etti. Aslında Hofer'in bırakalım en yakın rakibi olan ve Yeşiller Partisi'nin (Die Grünen) desteklediği Alexander van der Bellene on dört puanlık fark atarak kazanmasını, bu turu önde bitirmesi bile hiçbir kamuoyu şirketinin, siyasal analistin, hatta kendisini destekleyenlerin bile öngöremediği bir sonuçtu. Bununla birlikte bu seçimler, Avusturya'da gün geçtikçe etkisini artıran ve genelde yabancı düşmanlığı özelde ise Müslüman karşıtlığı üzerine oturan ırkçı dalganın etkilerini her gün yaşayarak tecrübe edenler için beklenen bir sonuçtu.
Hepimizin de bildiği basit bir gerçek insan tabiatının bir şeyin orijinali varken sahtesine meyletmeyeceğidir. Oysa hemen hemen tüm Avrupa'da görüldüğü gibi Avusturya'da da FPÖ karşıtı siyasi çevreler bu partinin giderek artan etkisini kırmak için günden güne artan bir yoğunlukla sağcı ve hatta aşırı sağcı bir dil kullanmaya meyilliler. Örnek vermek gerekirse beş yüz milyonluk dev Avrupa kıtasını çaresiz bırakan sözde “mülteci krizinde” de çok iyi gözlemlendiği gibi Avusturya Halk Partisi ile Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin oluşturduğu koalisyon hükümeti bir AB ülkesi olan Yunanistan'ı zor durumda bırakma pahasına AB ülkesi olmayan Makedonya ile işbirliği yaparak sınırlardan mültecilerin geçişini engelleme kararı almıştı. Söz konusu kararın alınmasını sağlayan ve halihazırda yeni bir iltica yasası çıkararak bu evrensel hakkı iyice minimize etmekle meşgul olan hükümet üyeleri böylelikle Avusturya halkının korkularına cevap verdiklerini düşünürlerken bilerek veya bilmeyerek söz konusu korkuların meşru olduğunu zımnen kabul ettikleri gibi FPÖ'nün savunduğu politikaları da pratik açıdan yerine getirmiş olduklarını bir türlü anlamadılar.
Söz konusu gidişatın kısa vadede değişmesi mümkün olmadığından yaklaşık üç hafta sonra gerçekleşecek olan seçimlerin ikinci turunda da aşırı sağcı FPÖ'nün adayının cumhurbaşkanı seçilmesi kuvvetle muhtemeldir. Bunun da ötesinde seçilecek yeni cumhurbaşkanının zorlamasıyla gerçekleşebilecek ilk erken genel seçimlerde FPÖ'nün iktidara gelmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Avrupa'da aşırı sağ partilerin son dönemdeki artan popülaritesi dikkate alınacak olursa çok yakın gelecekte Fransa, Almanya, Hollanda gibi birçok Avrupa ülkesinde aşırı sağ kulvardaki partilerin iktidara ortak olması beklenmektedir.
Durum adeta tavuk mu yumurtadan yoksa yumurta mı tavuktan çıkıyor ikilemine benzer görünüyor. Siyasal elitlerin kullandıkları jargonun giderek artan oranda orta sınıfları da etkisi altına alan bir ırkçı hareketi beslediği de düşünülebilir ve fakat aynı şekilde ırkçı hareketin çığ gibi yayılarak toplumsallaşması bu jargonu ortaya çıkarıyor da denilebilir. İkilemin söz konusu olmadığı gözlem ise başta Avusturya ve Almanya olmak üzere tüm Avrupa'da yükselen neo-faşizmin ayak sesleridir. Hatırlanacağı gibi 90'lı yılların sonunda aşırı sağcı FPÖ koalisyon ortağı olduğu zaman Avusturya bütün Avrupa ülkeleri tarafından dışlanmış ve yalnızlaştırılmıştı. 11 Eylül saldırıları sonrasında Batı dünyasında ortaya çıkan İslam karşıtlığı sonucunda bugün Avusturya'da çok daha güçlü bir şekilde ortaya çıkan aşırı sağ tehlikesine karşı Avrupa kurumlarından ciddi bir tepki gelmemektedir. Sonuçta aşırı sağ bir kanser gibi bütün Avrupa'ya yayılmış durumdadır ve aradan geçen zaman içinde ‘normal' kabul edilmeye başlanmıştır. Mesela geçtiğimiz yaz aylarında mülteci krizinde başta Almanya ve Fransa olmak üzere birçok Avrupa devleti tarafından ‘hayvanlara bile reva görülemeyecek' bir mülteci karşıtlığı uygulamakla suçlanan Viktor Orban'ın yönetimindeki Macaristan, zaman ilerledikçe dikenli tel politikasını Avrupa'nın her yanına yaymayı başarmıştır. Sonuç olarak hepimizin hatırlaması gereken acı gerçek Nazilerin Yahudileri bir günde yakmadıkları gerçeğidir. Aşırı sağ da Avrupa'nın yapısal sorunlarından kaynaklanan siyasi rüzgârı arkasına alarak sinsice Avrupa'da ilerlemeye devam etmekte ve neo-faşizmin ayak sesleri tüm Avrupa'da hissedilmektedir.
[Zaman, 4 Mayıs 2016]