SETA > Avrupa Araştırmaları |
Martin Schulz'un Adaylığıyla Almanya da Siyaset Isınıyor

Martin Schulz'un Adaylığıyla Almanya’da Siyaset Isınıyor

Avrupa Parlamentosu eski başkanı Martin Schulz Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin başbakan adayı olması Alman siyasetine ve Eylül ayındaki seçimlere epeyce heyecan ve hareketlilik getirdi.

Üç milyonu aşkın Türk nüfusu barındırması, Avrupa Birliği’nin hegemonik gücü olması, en fazla ihracat yapılan ülke konumunu uzun süredir korumasının yanı sıra FETÖ ve PKK gibi terör örgütlerine kucak açması sebebiyle Almanya, Türkiye açısından ilgiyi hak eden bir pozisyonda. Dolayısıyla bu ülkenin iç meselesi olarak görülebilecek pek çok hadise Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Bu minvalde, yakın zamanda Alman siyaset dünyasında vuku bulacak olan gelişmeler, Türkiye açısından da yakından takip edilmeyi hak ediyor.

Avrupa Parlamentosu eski başkanı Martin Schulz Almanya’da 24 Eylül’de yapılacak olan seçimlerde Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) başbakan adayı oldu. Sivri dilli ve Avrupa odaklı çözümleri milli devletler temelli arayışlara tercih etmesiyle tanınan Schulz, son ana kadar ismi başbakan adayı olarak anılan Sigmar Gabriel’in kendisini önermesyile Alman siyasetinin en önemli yarışına dahil oldu. Gabriel kendi isteğiyle parti başkanlığı görevini bırakmasını Alman basınına yaptığı açıklamalarda şu sözlerle değerlendirmişti: “Eğer başbakan adayı olursam başarısızlığa uğrarım, benimle birlikte Sosyal Demokrat Parti de başarısızlığa uğrar”. 2009 yılından beridir SPD’nin başında olan Gabriel kendisine kıyasla Martin Schulz’un seçilme şansının daha yüksek olduğunu da sözlerine eklemişti. Parti yönetimini de bırakacağını ifade eden Gabriel’den Mart ayında bu görevi de devralması beklenen Schulz’un Alman siyasetine ve Eylül ayındaki seçimlere epeyce heyecan ve hareketlilik getirdiği söylenebilir.

ALMAN İÇ SİYASETİ AÇISINDAN OLASI ETKİLERİ

Alman siyasi arenasının en eski partisi olan SPD’nin zirvesinde gerçekleşen bu değişiklikle, en son 2002 yılında Gerhard Schröder’in öncülüğünde elde edilen, Almanya’nın kaderini büyük oranda belirleme hakkı, SPD için tekrar ulaşılabilir bir hedef olarak görünüyor. Buna rağmen, Schröder liderliğinde Yeşiller (Die Grünen) ile hükümetin ancak büyük ortağı olabilen SPD’nin, gelecek seçimlerde tek başına iktidar olması da pek mümkün değil. Bu yüzden Schulz önderliğindeki parti ileri gelenlerinin, öncelikli olarak Yeşiller’in yanı sıra Sol Parti’yi (Die Linke) de yedeğe alan, ‘rot-rot-grün’ (kızıl-kızıl-yeşil) olarak isimlendirilen bir koalisyonu hedefledikleri düşünülüyor. Yapılan son kamuoyu sonuçlarında Martin Schulz’un Hristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) adayı ve Başbakan Angela Merkel ile yaklaşık aynı sempati oranlarına sahip olması, SPD liderliği altındaki bu koalisyon ihtimalinin hiç de olanaksız olmadığını gösteriyor. Son kamuoyu yoklamalarında 2009 yılında alınan yüzde 23’lük oy oranının dahi altında seyreden SPD’yi Schulz’un yeniden motive ederek her halükarda pozitif bir etki oluşturacağı, neredeyse tüm kesimler tarafından paylaşılan ortak bir görüş. Merkel’in, Schulz’un ciddiye alınması gereken bir rakip olduğunu açıklaması da bu görüşü pekiştiriyor. Ayrıca Schulz’un Alman iç siyasetinde yıpranmamış bir sima olması, mevcut kabinede yer almadığından dolayı hem hükümetin iç çekişmelerinden uzak kalma imkanı elde edecek olması hem de seçim kampanyası sürecinde çokça ihtiyaç duyacağı enerji ve zamana sahip olması gibi avantajlara sahip olduğu söylenebilir.

Martin Schulz’un yukarıda sayılan avantajlarına karşılık Başbakan Merkel’in siyasi analistlerce öngörülen en önemli imkanı, seçim kampanyasını tamamen sol partilerden oluşacak olan ‘rot-rot-grün’- koalisyonu karşıtlığına çevirme stratejisidir. Böyle bir durumda aşırı sağcı çevrelerin temsilcisi olan Almanya İçin Alternatif Partisi’ne (AfD) yönelmiş muhafazakar/sağcı oyların kaymasının bir nebze de olsa engellenmesi imkan dahilinde olabilecektir.

SPD’nin başbakan adayı olarak Martin Schulz’un orta direği güçlendirme, çalışan kesimin üzerindeki görece ağır vergi yükünü hafifletme, zenginden daha çok vergi alma, ucuz konut politikası odaklı klasik sosyal demokrat politikaları yürürlüğe koymaya çalışacağını açıklamasıyla, Avrupa genelinde sistem partilerinden umut kesen aşırı sağcı, popülist siyasal çevrelerin temsiline terkedilen ‘küçük adam’ın yeniden sosyal demokrat tabana kazandırılmaya çalışılacağını öngörebiliriz. SPD’nin Schulz hamlesiyle, sadece muhafazakar/sağ çevrelerden değil, aynı zamanda az da olsa klasik sol/sosyal demokrat kesimlerden de oy devşiren aşırı sağcı siyasi oluşumların daha fazla güçlenmesinin de önüne geçmek istediği söylenebilir.

AVRUPA BİRLİĞİ AÇISINDAN ETKİLERİ

2014 yılındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde “Yalnızca Martin Schulz ve SPD’yi seçerseniz Avrupa Parlamentosu’nun başkanı bir Alman olabilir” sloganıyla kampanya yürüten Martin Schulz, sloganın içeriğinin ima ettiğinin aksine, Avrupa kurumlarının milli devletlerin boyunduruğundan kurtarılması için çokça çaba harcayan bir politikacı olarak bilinmekte. Yine ‘Avrupa’nın Mülteci Krizi’, terörle mücadele, ‘yalan haber’ gibi sorunlara karşı söylemlerinin de ortaya koyduğu gibi Schulz Avrupa merkezli düşünen bir siyasetçi. Bununla birlikte Schulz, yukarıda sözü edilen sloganı kullanırken de görüldüğü üzere, popülizme yönelmekten de kaçınmayan bir siyasetçidir.

Dünya siyasetinde giderek artan oranda milli çıkarların öncelikli hale geldiği, AB açısından bakacak olursak, İngiltere’nin açtığı yolda birliğin en azından zihinlerde bir dağılma sürecine girdiği bir ortamda, seçim süreci boyunca Schulz’un akıntıya karşı kürek çekerken söylemsel olarak tutarlılık gösterme gereği duymayan pragmatik bir politikacı olduğunu görme imkanımız olacaktır. Bu minvalde Schulzun, Avrupa genelinde toplumsal katmanların en alt kesimlerinde hakim olan, başlarına gelen her türlü olumsuzluğun müsebbibinin yabancılar/Müslümanlar ve AB olduğu şeklindeki algıyı yıkmaya çalışmak gibi radikal çözümlere odaklanmasını beklememek gerekir. Buna rağmen, 24 Eylül’deki seçimlere katılacak her aday gibi Martin Schulz da, sözü edilen gelişmelere karşı ‘en makul’ çözümün kendisinden sadır olacağını kitlelere anlatmaya çalışırken mümkün olduğunca AB’yi yaralamamaya da gayret edecektir.

GELİŞMELERİ TÜRKİYE AÇISINDAN NASIL YORUMLAMALIYIZ?

Alman siyasetinde gerçekleşen gelişmelerin Türkiye için muhtemel etkilerinden söz etmeden önce, tarihi biraz geçmişe sarmakta fayda var. Angela Merkel’in Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile birlikte Türkiye’yi AB dışında tutan ve fakat AB’ye bağlayan ‘imtiyazlı ortaklık’ önerisini Almanya’nın resmi politikası haline getirmesi Türkiye-Almanya ilişkilerini gerginleştirmişti.

Bu noktada Alman Sosyal Demokratlarının öteden beri Alman Birlik Partilerine göre Türkiye ile iyi ilişkiler peşinde olduklarını söylemek gerekmektedir. Bununla birlikte, 2015 yılında zirve yapan ve II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı en büyük mülteci akınının ortaya çıkardığı zorunluluklar nedeniyle Merkel yönetimindeki Almanya’nın Türkiye ile pragmatik ilişkiler geliştirdiğini, Türkiye-Almanya ve Türkiye-AB ilişkilerinde ilerleme kaydedildiğini gördük. Bu ironik duruma ek olarak, bir başka ironik gelişme de Alman siyasetinde Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen siyaset çevrelerini temsilen SPD’de görüldü. Başta 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin aktörü olan FETÖ mensuplarına kucak açarak Türkiye karşıtı tutumunu ortaya koyan SPD’li hükümet, (Almanya’nın da terör örgütü saydığı) PKK’nın sözcüsü haline gelen Yeşiller’in ve Sol Parti’nin etkisi altında Türkiye ile ilişkilerin geleceğini tehlikeye atan bir tutum almaktan çekinmemişti.

Almanya’nın seçim sürecine girmesiyle birlikte, Türkiye ile AB üzerinden değil de doğrudan ilişki temelinde yaşanması muhtemel gerginliklerden biri de artık Avrupa’da hemen her ülkede görmeye alıştığımız olumsuz tablonun gerçekleşme ihtimali. Buna göre, her seçim öncesinde bir gelenek haline gelen Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtlığı üzerinden puan toplama yarışının Almanya’da da görülmesi ihtimali, ikili ilişkilerin daha da fazla zarar görebileceğini düşündürüyor. Martin Schulz’un sivri dilli olduğu, diplomatik nezaketten yoksun olacak derecede sert açıklamalarıyla tanındığını düşünürsek, Türkiye karşıtı bu değirmene su taşıma ihtimalini de yok saymak mümkün değil.

[Anadolu Ajansı, 6 Şubat 2017].