SETA > Avrupa Araştırmaları |
Alman Seçimlerinin Kazananı Aşırı Sağ Kurbanı Türkiye

Alman Seçimlerinin Kazananı Aşırı Sağ, Kurbanı Türkiye

Göçmenler üzerinden normatif bir düzlemde yürütülen güvenlik odaklı seçim vaatleri, aşırı sağın elini kuvvetlendirmekte ve Alman kamuoyunu aşırı sağcı söylemlere karşı duyarsızlaştırmaktadır.

Merkel ve Schulz arasında 3 Eylül’de Alman televizyonlarının ortak yayınıyla gerçekleşen TV düellosunda neredeyse konuşulan tek konu Türkiye ve göçmenler oldu. Öyle ki, program esnasında Twitter’da “diefragendiefehlen” (eksik kalan sorular) hashtagi ile gündem oluşturmaya çalışan Alman seçmenler, Merkel ve Schulz’u yaşlılık, sağlık, emeklilik yasaları, teknolojide dijital dönüşüm meselesi gibi Almanya’nın ciddi iç ve dış sorunlarını tartışmadıkları için ağır olarak eleştirdiler. Avrupa Birliği’nde yalnızlaşma ve dış politikada Amerika ile yaşanan gerginlik, dijital dönüşümün sağlanamaması, ırkçılık ve aşırı sağın yükselişi, sosyal adaletsizlik, özgürlük ve güvenlik politikaları gibi karmaşık iç sorunları bulunan Almanya’nın, seçmenine bu meselelere yönelik çözüm önerileri sunmak yerine, Erdoğan’ı gündem yapmak suretiyle yarattığı suni “Türkiye sorununu” bir kamuflaj malzemesi olarak kullandığı görülmektedir. Her iki siyasetçinin de adeta Türkiye’ye kim daha sert olarak sataşacak yarışına girdiği tartışmada, bir zamanlar Türkiye’nin AB’ye üyeliğinde lokomotif rol oynayan SPD’nin yeni lideri Schulz, seçilmesi halinde Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik müzakerelerini derhal sonlandıracağı vaadinde bulundu. Hiçbir yönetim ve iktidar tecrübesi bulunmayan rakibinin bu çıkışına karşın tecrübeli bir siyasetçi olan Merkel, bu meseleyi Avrupa Birliği gündemine getireceğini dile getirse de daha temkinli bir yaklaşımla Türkiye’ye karşı ekonomik yaptırımların bir baskı aracı olarak kullanılması fikrini savundu. Bu noktada Merkel, Türkiye’nin Birliğe üyeliğiyle ilgili olarak partisinin Kohl’den beri devam edegelen, Türkiye’yi Avrupa ekseninde kontrol edilebilir uzaklıkta tutma ama asla tam olarak içeriye almama politikasını sürdürmüş oldu.

ÜYELİK MÜZAKERELERİ

Ancak Fransa Cumhurbaşkanı Macron ve Finlandiya Dışişleri bakanı Timo Soini ve diğer AB yetkililerinden gelen açıklamalarda, Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin kesilmesine sıcak bakmadıklarını vurgulamaları, Almanya’nın Türkiye konusunda AB içindeki yalnızlığını da gözler önüne serdi. Aynı şekilde, Alman Dışişleri Bakanı Gabriel’in Türkiye’ye yönelik ekonomik yaptırımlar uygulanacağı açıklamasından kısa bir süre sonra Siemens’le yapılan anlaşma ve Türkiye’ye karşı seyahat uyarısına rağmen Alman turistlerin Türkiye’de hiçbir sorun yaşamadıklarına dair beyanatları, Almanya’ya hâkim siyasi aklın, gerçeklikle bir ilgisi bulunmayan siyasi bir kurguyla hareket ettiğini göstermektedir. Almanya’ya geçen haftalarda yaptığımız araştırma seyahatinde, Alman üst düzey araştırmacıların da tasdik ve teyit ettiği gibi, Alman kamuoyunda, seçim konuşmalarında Türkiye ve Erdoğan’a saldırmayan siyasetçilerin 24 Eylül seçimlerinde şansının olmadığı algısının hâkim olduğu bir atmosfer oluşmuştur. Zira Almanya, kendi iç sorunlarıyla yüzleşememek ve Türkiye ile ilişkilerin değişen dinamiğini kabul edememekten kaynaklanan bir tepkisellikle, kendine, üzerinden ucuz ve popülist söylemler yürütebileceği bir düşman yaratmaktadır.

Bazı siyaset bilimciler, Alman siyasi partilerinin Türkiye karşıtlığı üzerinden ucuz popülizme dayalı bir seçim politikası izlemesinin gerekçesi olarak aşırı sağcı AfD ( Almanya için Alternatif) Partisi’nin, Alman kamuoyunda Müslüman göçmenler üzerinden yürüttüğü ayrımcı ve ırkçı dile karşın, merkez partilerinin de oy endişesi ile bu konularda söylem sertliğine gittiklerini ileri sürmektedir. Almanya’nın merkez sol ve merkez sağ iki büyük partisinin Almanya’da aşırı sağın yükselişini konu etmek yerine, Türkiye üzerinden popülist bir yaklaşımla oy avcılığına çıkması, genelde Avrupa, özelde ise Almanya siyasetinde aşırı sağın belirleyici etkisini ortaya koyması bakımından önem arz etmektedir. Merkel ve Schulz düellosunda hâkim jargon ve konulara bakıldığında seçime damgasını vuran partinin AfD olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Hristiyan Demokrat Birlik Partisi’nin (CDU), AfD’nin yükselişini engellemek için onun söylemlerini benimseme taktiği ise, Alman merkez siyaseti açısından bir paradoksa işaret etmektedir. Zira AfD’nin uç söylemleri biraz daha yumuşatılarak merkez partilerin diskurlarına ve siyasetlerine sirayet etmekte ve bu zihniyet seçimlerde iktidar olamasa bile de facto siyasete yön vermektedir. Ayrıca tüm siyasi partilerce göçmenler üzerinden normatif bir düzlemde yürütülen kültürel olarak dışlayıcı, ötekileştirici ve güvenlik odaklı seçim vaatleri ve söylemler, ırkçılık ve ayrımcılığa dayalı bir siyaset yürüten aşırı sağın elini kuvvetlendirmekte ve Alman kamuoyunu da aşırı sağcı söylemlere karşı alıştırmakta ve duyarsızlaştırmaktadır. Aşırı sağın, siyasi iklimi belirlediği ve siyasi söylemlere yön verdiği bir Almanya’da hassas iç meselelerin seçimlerden sonra daha da karmaşık bir zeminde tartışılmaya devam edileceğini öngörmek zor değildir.

GÖÇMEN KİME OY VERECEK?

Forsa şirketince yapılan, 13 Eylül tarihli son seçim anketine göre, aşırı sağcı AfD (yüzde 9),  Yeşiller  (yüzde 8) ve Liberal Parti’yi  (yüzde 8) geride bırakarak, Alman parlamentosuna Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU yüzde 37) ve Sosyal Demokrat Parti (SPD: yüzde 23)’den sonra üçüncü büyük parti olarak girmek için Sol Parti (Die Linke yüzde 10) ile yarışmaktadır. Aşırı sağ zihniyetin seçmen nezdinde bu denli kabul görerek siyasi arenada köklü bir geleneğe sahip sol yelpazedeki partilerin oy oranını da aşan ciddi bir temsil gücüne ulaşması oldukça düşündürücüdür. Alman kamuoyunun endişe ile takip ettiğini iddia ettiği ırkçı partinin bu yükselişindeki esas sorumluluk, yabancı düşmanlığını körükleyen ve göçmenleri dini ve kültürel kimlikleri üzerinden ötekileştiren Alman merkez partileri ve medyasına aittir. Alman siyasi iklimine SPD’li siyasetçi Aydan Özoğuz hakkında “..Onu Anadolu’da imha edelim ki bir daha buraya asla gelemesin.” şeklindeki skandal ifadelerde bulunan bir partinin yön vermesi ve merkez partilerin oy endişesi ile bu ırkçı partinin söylemeleriyle yarışması göç ülkesi olan Almanya’nın siyasi ve toplumsal geleceği açısından endişe vericidir. Her ne kadar aşırı sağın bu türden ırkçı söylemlere karşı kamuoyu tarafından söylemsel düzeyde tepkiler gösterilse de adeta zihinleri ifşa edilmişçesine bir panik haliyle verilen bu tepkileri ciddiye alabilmemiz için Alman siyasetinin ve toplumunun, Türk Müslüman göçmenleri kültürel farklılıklarına rağmen saygın bireyler ve eşit vatandaşlar olarak kabul etmeleri gerekmektedir. Bu kabulün, hem hukuka hem de gündelik hayatın pratik alanlarına somut biçimde yansıtılması ise elzemdir. Aksi takdirde hem medyada hem siyasetçiler nezdinde AfD’nin ırkçı söylemlerine verilen bu reaksiyonlar, Nazi geçmişiyle yaralı Alman toplumsal hafızasının o dönemi hatırlatan bir takım sakıncalı kelime ve söylemlere yönelik olarak gösterdiği ‘alerjik’ bir tepki olmaktan öteye geçmeyecektir. Zira söz konusu söylemlerin ardında yatan ‘öteki’ye karşı tahammülsüzlük ve onu asimile etme zihni tutumunun kurumsal bazda yapısal ırkçılık şeklini alması, gündelik hayatında sıklıkla ırkçılıkla karşı karşıya kalan göçmen toplulukların, Alman toplumuyla o topluma ait eşit bireyler olarak özdeşlik kurmalarını imkânsız hale getirmektedir. Alman siyasetinin, enerjisini aşırı sağın yükselişi ile mücadelede kullanmak yerine, ülkenin en şiddetten uzak, geleneksel dini yapılanmaları sayesinde aşırı radikal örgütlere en az kaymaların yaşandığı bir göçmen topluluğuna, Türklere ve onları kültürel ve dini kimliklerinden ötürü ötekileştirmeye sarf etmesini ise rasyonel gerekçelerle açıklamak mümkün değildir.

Alman seçimlerinde Türkiye’nin ana gündem maddesi olarak yer alması ve Erdoğan’ın Türkiye kökenli seçmenlere SPD, Yeşiller ve CDU’ya oy vermemeleri yönündeki telkinleri sonrasında, burada yaşayan ve sayıları 700 bini aşan Türkiye kökenli seçmenlerin nasıl hareket edeceği sorusu sıklıkla sorulmaya başlamıştır. Özellikle Türkler’in yoğun olarak yaşadığı bölgelerde hangi partiye oy verecekleri, seçim sonuçlarını etkilemesi bakımından önemli olabilmektedir.

DEMOGRAFİK FELAKET

Türk göçmenlerin klasik olarak Sosyal Demokrat Parti’ye ve Yeşiller’e oy verdikleri bilinmektedir. Nitekim bir önceki genel seçimlerde Türkler’in yüzde 64’ü SPD’ye oy vermişlerdi. Bunda bu partilerin göçmen yanlısı sosyal politikaları kadar, Türk kökenli siyasetçilerin çoğunlukla bu partilerde etkin olarak siyaset yapmaları etkili olmuştur. Ancak özellikle 2016’da Ermeni yasa tasarısının Türk kökenli milletvekillerinin oy birliği ile kabul edilmesi,  bu milletvekilleri ve Türk göçmen toplumu arasındaki ideolojik, kültürel ve siyasi kopukluğu açıkça ortaya koymuş ve siyasi temsil bağlamında bir güven sorunu yaratmıştır. Bunun yanı sıra,  Alman siyasi hayatında faaliyet gösteren ve ideolojik olarak kırmızı- yeşil -sarı -siyah şeklinde tasnif edilen siyasi partilerin göçmenler, güvenlik ve sosyal politikalar noktasındaki hâlihazırdaki söylem ve tutumları göz önüne alındığında bunlar arasındaki keskin ideolojik ve politik sınırların giderek silikleştiğini söylemek mümkündür. Alman kamuoyunda son günlerde sıklıkla Merkel’in ne ölçüde muhafazakar ve Schulz’un ne kadar sosyal demokrat olduğu yönünde tartışmalar yapılmaktadır. Göçmen politikaları nedeniyle muhafazakâr sağ seçmen tarafından yeterince ‘muhafazakar’ olmamakla suçlanan Merkel’in giderek sosyal demokrat çizgiye evrildiği iddialarının dillendirildiği; Türkiye’nin AB üyeliğine bir dönem ciddi destek veren SPD’nin, CDU’dan daha sert bir dille üyelik müzakerelerini tamamen kesmekten bahsettiği bu karışık siyasi manzarada,  seçmenlerden eski seçim davranışlarını devam ettirmelerini beklemek yanıltıcı olacaktır. Nitekim Frankfurter Algemeine Zeitung Gazetesi’nin yaptırdığı bir ankete göre, seçmenin yüzde 46’lık bir bölümü hala hangi partiye oy vereceği konusunda kararsızdır. Bu bağlamda,  Türkiye kökenli Alman seçmenlerin de seçim davranışının eskiden olduğu gibi merkez sol (SPD)ve Yeşiller odaklı kalacağını beklemek yanlıştır. Almanya’da oturmuş ve işleyen bir devlet sisteminin olması ve yerleşmiş bazı sosyal politikaların iktidardan bağımsız olarak süreceğine olan inanç, göçmenlerin eskiden olduğu gibi sadece sosyal politikaları temel alarak bir partiye angaje olmalarını güçleştirmektedir. Bunun yanı sıra Schulz liderliğindeki SPD’nin ve diğer siyasi partilerin, AfD etkisiyle sağ söylemlere kaymaları da eski klasik “göçmen oy davranışını” etkileyecektir.  Bu sebeple öteden beri klasik olarak sola oy veren Türkiye kökenli seçmenlerin giderek artan Türk ve İslam düşmanlığını yok sayarak sadece sosyal politikalar ya da Türk adaylar sebebiyle bu partilere oy vereceklerini varsaymak doğru bir tahmin olmayacaktır.

Seçime katılımlarında düşme beklenen Türkiye kökenli seçmenlerin verecekleri oyların belli bir parti etrafında odaklanması güç görünmektedir. Büyük oranda tepkisel olarak merkez sol, merkez sağ, Sol Parti, Yeşiller ve AfD’ye oy vermeleri beklenmeyen Türklerin, özellikle bu seçimeler bağlamında hangi partiye oy verdiklerinin değil, hangi partilere oy vermediklerinin dikkatle izlenmesi gerekmektedir.

24 Eylül’deki seçimlerde oy kullanacak olan Alman seçmenlerin yüzde 36.1’inin 60 yaşın üzerinde olması dahi Alman toplumunun demografik bir felaketin eşiğinde olduğunu gösteriyor. Tam da bu noktada uzun vadeli düşündüğü ve rasyonel olduğu iddia edilen Alman aklının,  Batılı kibri bir yana bırakarak ülkesinde yaşayan ve hiçbir yere gitmeyecek olan Türk ve Müslüman toplumuna karşı eşit,  göz hizasında bir diyaloğu temel alan kültürel ve dini farklılığa saygılı bir tutum geliştirmesi ve onları siyasi ve sosyal mekanizmalara entegre etmesi gerekmektedir.

[Star Açık Görüş, 17 Eylül 2017].