6 Mayıs 2013’te başlayan ve 2000-2007 yılları arasında işlenen 10 cinayet, 15 banka soygunu ve 2 bombalı saldırıdan yargılanan Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü (NSU) üyelerinin beş yıl süren davası bugün sona erdi ve karar verildi. Karara göre, baş sanık olarak yargılanan Beate Zschaepe, 10 cinayetin sorumlusu olmaktan ve terör örgütü üyeliğinden dolayı ömür boyu hapis cezasına çarptırılırken, cinayetin işlendiği Ceska tipi silahları örgüte temin etmekle suçlanan Ralf Wohlleben, savcılığın 12 yıl talep etmesine rağmen, 10 yıl ceza aldı. Örgüte destek vermek suçlamasıyla yargılanan diğer sanık Andre Eminger’e ise sadece 2 yıl 6 ay ceza verildi. Eminger’in kararı açıklanırken, destekçilerinin cezanın azlığını alkış tutarak kutlaması, kararın kimleri sevindirdiğini ortaya koyuyordu. Örgüte destek olmakla suçlanan diğer sanıklar da 3’er yıl ceza aldılar.
“Asrın davası” olarak anılan NSU cinayetleri, Türk ve Alman medyasında “döner cinayetleri” olarak bilinse de oldukça geniş kapsamlı bir süreci içermekte. NSU davası, çiçekçilikle uğraşan Erdal Şimşek’i örgütün 2000 yılında öldürmesiyle başlayan, 2006 yılında internet kafe işletmecisi Halil Yozgat’ın öldürülmesiyle sona eren ve Almanya’da kendi halinde yaşayan her kesim ve meslekten küçük esnafı hedef alan cinayet serisini kapsıyor. Türklerin yanı sıra bir Yunan göçmen ve bir Alman polis de NSU örgütünün kurbanları arasında yer almıştı.
90’lı yıllarda Beate Zschäpe, Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt tarafından kurulan NSU’nun iki erkek üyesinin, gerçekleştirdikleri son banka soygunundan sonra polis tarafından yakalanacaklarını anlayınca, bulundukları karavanda intihar ettikleri iddia edilmişti. Örgütün “tesadüfen” ortaya çıkarılmasıyla birlikte, bulundukları hücre evini ateşe veren Beate Zschäpe’nin ve örgüte (silah sağlamak gibi eylemlerle) destek verdikleri gerekçesiyle suçlanan diğer dört sanığın yargılanma süreci başlamıştı.
Irkçı motivasyonlar dikkate alınmadı
NSU davasını başından beri bütün ayrıntılarıyla takip eden sivil toplum inisiyatifi NSU Watch’ın hazırladığı rapora göre, dava boyunca 597 tanık ve bilirkişi ifade verdi, 14 savunma avukatı görev aldı ve 95 müşterek davacı 60 savunma avukatıyla davaya müdahil oldu. Davalı sanıkların sık sık reddi hakim talebinde bulunması nedeniyle de dava süresince 5 hakim değişti. 5 yıl süren mahkeme boyunca, 600 kişinin sorgulanmasına ve dört yıl boyunca birçok delilin toplanmasına rağmen, yukarıda da bahsedildiği gibi, NSU’ya ait en önemli sorular aydınlatılmamıştır. Örneğin, cinayetler Ceska marka silah kullanılarak ve aynı şekilde işlendiği halde, Alman polisinin cinayetler arasında neden bağlantı kurmadığı ya da örgüt üyelerinin nasıl olup da polis takibinden kaçabildiği, bu sorular arasında yer alıyor. İlaveten, intihar ettikleri iddia edilen NSU üyelerinin karavanında bulunan 20’ye yakın silahın nasıl temin edildiği ve olay yerlerinde kimlerden destek alındığı gibi sorular, dava sonuçlanmasına rağmen açıklığa kavuşturulmadı.
Bugün verilen kararla sona eren dava süresince yaşananlar, NSU terör örgütünün işlediği cinayetleri aydınlatmak bir yana, davanın başlangıcından itibaren örgütün kapsamı ve faaliyetleri tam anlamıyla ortaya çıkarılamadığı için, kafalardaki soru işaretlerini devam ettiriyor. Dava sürecinde olanlar ise ırkçı cinayetlerin ötesinde, bir hukuk devleti olmakla övünen Alman devletinin ve yargı sisteminin zaaflarını ve kurumsal ırkçılığın boyutlarını da gözler önüne seriyor. Benzer şekilde, Alman güvenlik birimlerin olaylarda ırkçı motivasyonları tamamen saf dışı bırakması ve bu cinayetleri Türk gruplar arasındaki kavgalar olarak yansıtması, kamuoyunca yadırganan bir durum olarak kaldı.
Cinayetlerden sorumlu NSU’nun, “trio” denilerek üç kişiden oluşan küçük bir örgüte indirgenmesi ve NSU davasının kapsamının daraltılması ise davada eleştirilen bir diğer nokta. Zira dava avukatlarının ifadelerine göre, dinlenen tanıklardan 24’ünün örgüte destek verdiği, bilirkişi raporları ve kendi ifadeleriyle sabit olmasına rağmen, o dönemde yaşananları hatırlamadıklarını ileri sürenler, cezai bir yaptırıma uğratılmadı.
Öldürülen Türklerin neden kurban olarak seçildiği, olay yerinde örgüt eylemlerine destek verenlerin kimler olduğu yeterince araştırılmadığı için, dava sona ermesine rağmen, cevapsız kalan diğer sorular arasında yer alıyor. Dava boyunca dikkat çeken ve karanlıkta kalan bir diğer nokta ise Alman istihbaratının, ne kadar işin içinde yer aldığı. Alman istihbaratının örgütten haberdar olduğundan ve içeriye sızdırdığı elemanlarıyla örgütü takip ettiğinden kimsenin kuşkusu bulunmuyor. Nitekim eski Alman istihbarat ajanı Andreas Temme’nin, NSU cinayetlerinin sonuncusu olan Halil Yozgat vakasında, cinayetin gerçekleştirildiği kafede “tesadüfen” bulunduğu ve olayı fark etmediği yönünde verdiği ifade, inandırıcı bulunmadı. Nitekim, olayın geçtiği kafede olay canlandırması yapan İngiliz bir araştırma grubu, eski ajanın ifadesinin aksine, olayı fark etmemesinin ihtimal dışı olduğunu tespit etmişti. Bunun yanı sıra, Alman askeri istihbarat örgütü MAD’ın sekiz Türkün öldürülmesinden sorumlu örgüt üyelerinden Uwe Mundlos’u tanıdığı, ajanlık ve işbirliği teklif ettiği, fakat Mundlos’un bunu reddettiği de ortaya çıkmıştı. Alman istihbarat teşkilatı, Kasım 2011 tarihinde örgütün ilk kez kendini ele vermesinden çok kısa bir süre sonra, NSU ile bağlantılı olduğu düşünülen ve aralarında Thüringen eyaletinde görev yapan bazı ajanlara ait dosyaların da bulunduğu söylenen çok sayıda belgeyi imha etmiş. Hessen eyaletinde NSU davası hakkında bilgi içeren bir belgenin, ortaya çıkmasından hemen sonra, alışılmadık biçimde, 120 yıl süreyle mahkeme kararıyla erişime kapatılması da spekülasyonlara yol açmıştı.
Alman istihbaratının rolü
Diğer pek çok ırkçı terör örgütünü ve yer altı yapılanmasını, içine yerleştirdiği ve “V-Mann” olarak isimlendirilen ajanlarıyla takip ettiği bilinen Alman istihbaratının, bu cinayetlerde ve örgütün diğer faaliyetlerinde rolünün olduğu kesin olarak ortadayken, bu rolün kapsamı ve hukuka uygun olup olmadığı, istihbarat teşkilatının mahkemeye belge sunma ve bilgi verme konusundaki isteksiz tutumundan dolayı aydınlatılamadı.
Alman kamuoyu ve olayın takipçileri, NSU davasından çıkan karardan çok, bu süreçte Alman devlet birimlerinin ve (istihbarat dahil) Alman makamlarının sergilediği tutumun ve örgütle istihbarat birimleri arasındaki ilişkinin tam olarak ne olduğuna ve kapsamına odaklanmış durumda. Zira dava süresince yaşanan gelişmeler, gözlerin kurumsal ırkçılığa çevrilmesine neden oldu. Adeta “artık bitsin ve ceza verip kurtulalım” mantığıyla yaklaşılan davanın gerçek manada bittiğini söylemek çok zor. Hapis cezası alanların cezaya itiraz etme ve temyize giyme ihtimalinden dolayı NSU’nun gündemi meşgul etmeye devam edeceğini söylemek mümkün. Bunun ötesinde, konuya oldukça hassas ve duyarlı yaklaşan Alman kamuoyuna uluslararası düzeyde verilecek destek, devlet kurumları üzerindeki baskıyı artırarak davayla ilgili karanlıkta kalan noktaların aydınlatılmasında etkili olacaktır.
Ekonomik olarak en sorunsuz dönemini yaşayan Almanya başta olmak üzere tüm Avrupa’da, anlaşılmaz biçimde, “somut ve rasyonel sebeplerle” açıklanamayacak şekilde, ırkçı ve yabancı düşmanı hareketler toplumsal bir zemin kazanıyor. Bugün ırkçı ve yabancı karşıtı söylemler, gerek 90’larda gerekse Türk cinayetlerinin işlediği yıllarda olmadığı kadar görünürlük kazanmış ve normalleşmiş durumda. Nitekim Alman Türk toplumu içinde iyi yetişmiş ve topluma uyum sürecinde başarılı olmuş isimler, sadece siyasi tercihleri nedeniyle medyatik linç ve itibar suikastına maruz bırakılıyorlar. Geçtiğimiz pazar günü Emnid araştırma şirketinim yaptığı bir ankete göre, başlangıçta geçici ve tepkisel oyların bir sonucuymuş gibi lanse edilen ve yüzde 14 oy oranı ile ana muhalefet partisi olarak Alman meclisine girmeyi başaran AfD oylarını artırmış ve rekor seviyeye ulaşarak yüzde 17’e varan bir oy oranına erişmiş durumda.
Alman toplumu ve siyasetinde çoğulculuğu ve çok kültürlülüğü kabul eden bir zihni tutum değişikliği meydana gelmediği sürece, ne NSU örgütünün işlediği türden cinayetlerin ne de bu cinayetleri mümkün kılan söylemlerin ve toplumsal atmosferin ortadan kaldırılması mümkün olacaktır.
NSU davalarında Alman devleti tarafından Ombudsman olarak görevlendirilen Barbara John’un da vurguladığı gibi, NSU davası, Almanya’da bir yabancının sadece bir yabancı olduğu için hayatının tehlikede olduğunu ve Alman devletinin vatandaşlarını ve topraklarında yaşayan yabancıların hayatını korumakta aciz kaldığını açıkça ortaya koymuştur.
NSU davasını başından beri takip eden avukat Mehmet Daimagüler’in Deutsche Welle’ye verdiği bir röportajda da belirttiği gibi, esas sorun sadece işlenen 10 cinayet ve bunların hukuki olarak aydınlatılması ve açık biçimde kendini gösteren Nazi ırkçılığı değil, sürekli olarak “öncü kültür” tartışmaları ile siyasi olarak yönlendirilen ve kendini başka kültürlerden önde ve üstün gören kültürel kibir ve bunun Alman bilinçaltındaki yansımasıdır.
Nitekim ırkçı bir saldırıyla ilgili dava görülürken, mahkeme salonunda ırkçı bir saldırı sonucu öldürülen, ancak yabancı olduğu için Mısırlı kocası mahkeme salonunda bulunan polis tarafından saldırıyı yaptı sanılarak vurulan Mısırlı Sherbini vakası ve NSU davasında polisin katil zanlısı olarak önce Türkleri mercek alması da bu bilinçaltına işaret etmektedir. Açıkça işlenen cinayetlerde bile zanlı olarak önyargıların mahkum ettiği yabancılar, Müslümanlar ve Türklerdir.
Mahkeme, kurumsal ırkçılıkla hesaplaşmadı
NSU davası avukatlarından Alexsander Hoffman’ın da karar sonrası vurguladığı gibi, dava boyunca NSU sadece 3 kişilik bir örgüt gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Dava sonunda verilen cezalarla NSU, cezası verilmiş bir adi suç konusu ve çözümlenmiş bir mesele gibi lanse edilmek istenmektedir. Mahkemenin kurumsal ırkçılıkla hesaplaşmak bir yana, 10 kişinin ölümüne neden olan bir örgüte destek olanlara sadece 2 yıl 6 ay ceza vermesi, Hoffman’ın haklı olarak tepki gösterdiği gibi, giderek ırkçılığın ve aşırı sağın yükselişte olduğu bir toplumda, yabancılara karşı işlenecek suçlar için teşvik edici bile sayılabilir.
NSU davasının başladığı 2013 yılından itibaren, 5 yıllık süreç boyunca yaşananlar, örgütle ilişkileri açıkça ortay konulmuş olan devlet kurumlarının ve kurumlara sirayet etmiş olan ırkçılığın sanık sandalyesine oturtulması gerektiğini bir kez daha ortaya koydu.
Sonuç olarak, NSU davası olayların üzerine çekilen bir sünger olmamalı; bir son değil, aksine bir başlangıç olarak görülmelidir. Bu minvalde, Alman basınının NSU davasında gösterdiği hassasiyet ve oluşan kamuoyu baskısı devam etmeli ve Alman resmi makamları da hem hukuki olarak hem de kamu vicdanında sanık sandalyesine oturtularak hukuk devleti olduğunu ispata zorlanmalıdır.
[AA, 11 Temmuz 2018]