Müslümanların İslamofobi karşısında çözüm arayışı
Almanya ve diğer Batılı ülkelerde yaşayan Müslümanlar, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra hedef haline getirilmelerinin önüne geçmek için, uzun süredir uygun bir strateji arıyorlar. Şu ana kadar Müslümanların ekseriyeti tarafından kabul gören herhangi bir stratejinin var olduğunu söylemek imkânsız. Almanya’nın Hanau kentinde meydana gelen İslamofobi motivasyonlu ırkçı terör saldırısının ardından, Müslümanların bu konudaki kafa karışıklığı açıkça görülmeye başlandı. Kimi Müslümanlar her ne olursa olsun yaşadıkları ülkenin elitleriyle iyi geçinmenin bir çözüm olabileceği görüşünü savunurken, kimileri henüz kısık da olsa seslerini yükseltmenin bir çare olabileceğini düşünüyor.Bu noktada bazı Müslümanlar, karşılaştıkları sorunları bertaraf edebilmek için, anavatanları olan ülkelerden müdahil olmalarını isterken diğerleri buna tamamen karşı çıkarak sorunu yaşadıkları ülkelerin elitleriyle uzlaşma yoluyla çözmeye odaklanıyor.
Müslümanların temel stratejisi ne olmalı?
En son söylenmesi gerekeni en başta ifade edecek olursak, özelde Almanya’da, genelde Batılı ülkelerde yaşayan Müslümanların izlemesi gereken en temel strateji, kendilerine yaşatılan ikinci ve hatta üçüncü sınıf insan muamelesine itiraz etmek olmalı. Bilhassa Almanya örneğinde gözlemlediğimiz üzere, Müslümanlara yönelik ayrımcılıkların geçtiğimiz yüzyılın otuzlu yıllarında Yahudilere uygulanan “ötekileştirme” siyasetine benzemeye başladığını söylemek yanıltıcı olmaz. Bu minvalde tarihi olayları iyi irdelersek, şu andaki mevcut “ötekileştiren” söylem ve uygulamalara örgütlü bir itiraz yapılmadığı sürece, ileride örgütlü bir vahşetle karşı karşıya kalınabileceğini kavramamız mümkün olur.Söz konusu örgütlü itiraz, aynı zamanda Türkiye kökenli bir Alman vatandaşının dile getirmiş olduğu “Geleceğimiz için tek şansımız Türkiye’nin güçlü olmasıdır!” yargısının da ete kemiğe bürünmesine temelden katkı sağlayacak bir tutum olacaktır. Yine bu stratejinin getirileri arasında sayabileceğimiz ve son yıllarda Avrupa Müslümanlarına, özellikle Türklere yönelik dillendirilen “Ülkenizin gündemini buraya taşımayın!” sahte argümanına da iyi bir cevap teşkil edecektir.
Zaten sosyal hayatın doğası da aslında Avrupalı Türklerin yaşadıkları ülkedeki sorunları öncelemelerini gerektirir. Bununla beraber, özellikle Türkiyeli Müslümanların ülkeleriyle olan derin bağları ve bir gün mutlaka anavatana geri dönüleceği şeklindeki anlayışları nedeniyle, bir türlü içinde bulunulan ülkeye ve sorunlarına odaklanılamadığı da bir gerçek. Bu durum hem belli bir zamana kadar hem de yaşanılan ülkeye özgü sorunlara ilgi duymama nedeniyle kısmen kabul edilebilirdi. Bununla birlikte, yaklaşık son yirmi senedir geri dönüş mitinin geçerliliğini yitirdiğinin anlaşıldığı ortada. Almanya’da Müslümanlara karşı yapısal kökenleri bulunan ötekileştirmenin boyutlarının kimliğin, kültürün sorgulanmasından, artık manevi ve hatta maddi varlığın sorgulanması aşamasına geçmiş olduğunun apaçık görüldüğü bu zaman diliminde, bu pasif tavır kabul edilemez.
Batılı ülke Müslümanlarının doğal müttefiki: Türkiye
Almanya’daki ve tabii diğer Batılı ülkelerdeki Müslümanlar, otuzlu ve kırklı yıllarda Yahudilerin başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesini istemiyorlarsa, o dönem Yahudilerin sahip olmadığı en değerli şeyin, kendilerine sahip çıkacak bir devlet olduğunu bilmeliler. Bu ülke, hepimizin bildiği gibi Türkiye’den başkası değil. Bununla birlikte, uluslararası ilişkilerden bildiğimiz gibi, Türkiye’nin elinin güçlü olması ve dolayısıyla Batılı Müslümanlara destek olabilmesi için, Türkiye’ye başta Almanya olmak üzere Batılı ülkeler tarafından baskı uygulanmasını engellenmenin yolları aranmalı. Bu noktada Türkiye ev ödevini hakkıyla yerine getirerek güç biriktirmeye çalışıyor. Batıda yaşayan Müslümanlar da kendi yaşadıkları ülkelerde karşılaştıkları sorunları, kendilerine yönelik ayrımcılıkları gündeme getirmenin de ötesinde, toplumun diğer kesimleriyle eşit haklar talep etme yoluna girerek Batılı elitlere baskı yapmalılar. Müslümanların uygulamaları elzem olan bu görev vesilesiyle Batılı ülkeler enerji ve zamanlarını ülke içine teksif etmek zorunda kalacaklar ve dolayısıyla bu dışarıya/Türkiye’ye baskı yapacak yeterli enerji ve zamanı kendilerinde bulamayacaklardır. Nitekim son saldırıda da bir kez daha gördük ki Almanya kendisine yönelik bir baskı aracı olarak kullanılacağını düşündüğü İslamofobi veya “Müslüman karşıtı ırkçılık” kavramına tahammül edememekte. Bu çerçevede, Alman elitleri, ülkelerindeki Müslümanları aktif şekilde koruyacak tedbirleri almaya bir türlü yanaşmadıkları gibi, söylem düzeyinde bile, saldırıları yabancı düşmanlığı ve ırkçılık kavramlarının altında tanımlamaya çalışarak saldırılanların kimliklerini görmezden gelmekte. Alman devleti nezdinde, Müslümanlara yapılan saldırılar, bir türlü Yahudilere yönelik saldırılar seviyesinde değerlendirilmeyi hak etmiyor.Eğer Batılı ülkelerde yaşayan Müslümanlar kendi yaşamlarının değerini kendileri belirlemek istiyorlarsa, ülke halklarının hak ve ödevlerde mutlak eşitliğe sahip olmaları gerektiği talebiyle, güçlü bir duruş sergilemeliler. Bu talep Müslümanlardan gelmedikçe, elitler, Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) terör örgütünün gerçekleştirdiği cinayetlerde ve dava sürecinde çok defa gördüğümüz gibi, göstermelik adımlarla Müslümanları yatıştırmaya çalışacak ve maalesef Hanau da Müslüman düşmanlığının artık Müslüman varlığını tehdit etme aşamasına ulaştığını gösteren son vaka olmayacak.
[AA, 28 Şubat 2020]