Çok sayıda soruna ev sahipliği yapan Doğu Akdeniz son günlerde yeniden hareketlendi.
Lübnan’ın başkenti Beyrut korkunç bir patlamayla ağır bir yara alırken Yunanistan ve Mısır arasında deniz yetki alanlarının sınırlarını belirleyen bir anlaşmanın imzalandığı duyuruldu.
Diğer taraftan Libya’da Sirte ve Cufra’nın isyancıların elinden kurtarılması için hazırlıklar devam ederken bu meselenin Türkiye ile Rusya, Mısır ve Fransa’yı doğrudan karşı karşıya getirme ihtimali artıyor.
Yine bir başka Doğu Akdeniz ülkesi olan Suriye’de Amerikan yönetiminin aracılığıyla bir Amerikan şirketi ile YPG/PKK’nın ana omurgasını oluşturduğu SDG arasında Fırat’ın doğusundaki petrollerin işletilmesine dair bir anlaşma imzalandığı haberleri medyaya yansıdı.
İsrail ise bütün bu karışıklıkları fırsata dönüştürmek istercesine Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün tamamını kendi topraklarına katacak hamlelerle meşgul.
İsrail’in işini kolaylaştıran bütün bu gerginliklerde üç tane bölge dışı ülkenin Doğu Akdeniz’i daha fazla kaosa sürükleyecek adımlar atmaktan geri durmadıkları görülüyor: Fransa, BAE ve Rusya.
Beyrut’taki patlamanın ardından, henüz yaralarından kan damlayan şehri ilk ziyaret eden yabancı lider olan Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un bu ziyaretini sadece ülkesinin bölgedeki kolonyal geçmişi nedeniyle Lübnan’a duyduğu ilgiyle açıklamak eksik olur kuşkusuz.
Macron, bu hızlı reaksiyonuyla Paris’in Doğu Akdeniz bölgesindeki ihtiraslı angajmanlarının da altını çizmiş oluyor. Fransa’nın bölge siyasetinin şekillenmesine müdahil olmaya devam edeceğini gösteriyor.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ı Türkiye karşısında en fazla cesaretlendiren ülkenin de Fransa olduğu hatırlanırsa, Atina ile Kahire arasında imzalanan deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına dair sözde anlaşmada da Macron’un payının olduğu görülür. Bu meselede Macron’un AB liderliği konusunda yarıştığı Merkel’e göre tam bir yıkıcı rol oynadığını da not etmek gerekir.
Hatırlanacağı üzere Alman Şansölyesi Merkel’in ara buluculuğu sayesinde Türkiye, diplomatik çözüm çabalarına destek vermek üzere Oruç Reis’in Meis adasının güneyindeki sismik faaliyetlerine kısa bir süreliğine ara vermişti. Bu gerginlik nedeniyle iki NATO üyesi Türkiye ile Yunanistan arasında çatışma riskini engellemek üzere Merkel’in devreye girdiği, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Yunanistan Başbakanı Miçotakis ile yürüttüğü telefon diplomasisi sonrasında Oruç Reis’in Antalya Limanı’na demirlediği medyaya yansımıştı.
Şimdi Merkel’in değil de Macron’un telkinleriyle hareket eden Yunanistan’ın Mısır’la imzaladığı duyurulan anlaşma hukuksal ve siyasal açıdan tam bir provokasyon.
Yunanistan bu adımla, uluslararası deniz hukukuna aykırı bir şekilde adaların da anakara ülkesi gibi deniz yetki alanlarına sahip olacağı varsayımıyla hareket ediyor ve Türkiye’nin Libya ile imzaladığı mutabakat ile sınırlarını belirleyip BM’ye bildirimde bulunup ilan ettiği kıta sahanlığının bir kısmı üzerinde yetkili olduğunu iddia etmiş oluyor.
Yunanistan’ın bu iddiaları yeni değil kuşkusuz ancak Fransa’nın da cesaretlendirmesiyle bu tavrını Mısır’la imzaladığı hukuksuz anlaşmaya kadar vardırmış olması bölgedeki gerginliği daha da artıracak. Türkiye yaptığı sert açıklamayla beklenen tepkiyi verdi ve bu sözde anlaşmayı yok hükmünde gördüğünü ilan etti.
Bu adımları atan Yunan siyasetçilere Macron’un destek sözü verdiğine kuşku yok. Bu desteği AB çatısı altına da taşıyacağı ve Türkiye’yi AB yaptırımlarıyla daha fazla sıkıştıracağı sözünü de vermiştir.
Ancak AB’nin Fransa’nın, Libya’da kendisini zorlayan Türkiye’yi diğer Doğu Akdeniz sorunları üzerinden köşeye sıkıştırıp düşmanlaştırma politikasına hangi düzeyde destek vereceği sorusunun cevabı ortada duruyor.
Rasyonel olan, Brüksel’in Ankara’ya karşı bu düşmanca politikalara yaptırımlar yoluyla destek verip Türkiye’yi iyice Batı’dan uzaklaştırmaması. Ama AB’nin geçmişteki bazı kararları hatırlandığında Avrupa başkentlerinin Türkiye konusunda rasyonel olanı tercih edeceklerini beklemek zorlaşıyor.
[Türkiye, 8 Ağustos 2020].