Geçtiğimiz hafta medyaya tuhaf ve fakat çok önemli bir haber düştü. Habere göre ABD’li Delta şirketi SDG’nin kontrolündeki bölgelerde petrol çıkarma ve pazarlama anlaşması imzaladı. Bu anlaşmada yer alan aktörler sadece SDG ve Delta şirketi değil. ABD’nin eski büyükelçileri ve en elit ordu birimlerinin eski mensuplarının da bu anlaşmanın ortakları olduğu ortaya çıktı.
Anlaşmanın tuhaflıkları
Bu kişilerden biri olan Delta gücü eski komutanlarından James Reese, 2018’de anlaşma üzerinde çalıştıklarını açıklamıştı. Geçtiğimiz hafta ise ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, Kongrede kendisine “anlaşmayı onaylayıp onaylamadıklarına dair yöneltilen bir soru üzerine anlaşmanın Trump yönetiminin bilgisi dahilinde olduğunu ve beklenenden biraz uzun sürdüğünü dile getirdi. Anlaşmanın neden önemli olduğunu çeşitli boyutlarıyla ve yol açabileceği ikilemleri analiz etmeden önce tuhaflığını vurgulamakta yarar var.
Anlaşma ABD’li bir petrol şirketi ile ana omurgasını ve karar mekanizmasını bir terör örgütünün oluşturduğu bir yapı arasında imzalandı. ABD yönetimi Esed rejiminde görmediği meşruiyeti ve egemenliği zımnen SDG’de görmüş oldu. Petrol yataklarının bulunduğu bölgeyi, kaynaklar üzerindeki tasarrufu SDG’ye bahşetmiş oldu. Herhangi bir anlaşma imzalanmadan bir Amerikan şirketi bu bölgedeki petrolü çıkarıp pazarlasaydı “gasp” deyip geçilirdi. Nitekim Suriye rejim yetkilileri de “ABD petrolümüzü çaldı” diye feveran ettiler. Halbuki petrol anlaşması, rejim farkında mı bilmiyoruz ama gasptan çok daha fazlası.
Esed’i yıldırma politikası
Trump, ABD askerlerinin önemli bir kısmının Suriye’den çekileceğini, kalanların petrol bölgelerine konuşlanacağını ve dolayısıyla Suriye politikasının merkezinde petrol olacağını ifade ettiğinde birçok yorumcu bunun Amerikan kamuoyunu ikna etmeye dönük bir söylem olduğu kanaatini paylaşmıştı. Ancak zamanla ABD yönetiminin Esed’in iktidarının sıkıştırılması ve yıldırılması politikasına geri döndüğü anlaşıldı. SDG’nin başat, meşru ve güçlü bir aktör olarak konumlandırılması da bu politikanın tamamlayıcı unsuruna dönüştü. DEAŞ’la mücadele boyunca PYD’yi Suriye’deki en önemli “müttefik” olarak konumlandıran ABD, DEAŞ sonrasında Türkiye’nin de zorlaması ile PYD ile ilişkisinde gel-git’ler yaşadı.
Türkiye'nin askeri operasyon bölgesinden çekildi ve Esed rejimini yeniden sorunsallaştırmaya başladı. Temmuz ayının başında ilan ettiği Sezar Yasası ile rejimi yaptırımlar yoluyla sıkıştırmaya yöneldi. Bu yaptırımların sahaya fazla yansıması olmadı. Ancak Esed rejiminin meşruiyetinin aşındırılması ve ekonomik açıdan zor durumda bırakması ile Rusya ve İran’ın da yükü ağırlaştırılmış olacaktı. Petrol anlaşması da bu adımların bir devamı niteliğinde. Elbette ABD’nin bu adımı Suriye’de etkin olan aktörler nezdinde aşılması güç çeşitli ikilemler doğuracaktır.
Anlaşmanın yarattığı ikilemler
ABD açısından bakıldığında en önemli ikilemi Türkiye ile yaşayacaktır. Türkiye ile ABD’nin rejim karşıtlığında birleşmesi ve bu hamlenin rejime karşı görünüyor olması, Türkiye açısından kabul edilebileceği anlamına gelmez; aksine Türkiye’nin Suriye politikasının temel parametreleri ile önemli zıtlıklar içermektedir. ABD, SDG’nin uluslararası meşruiyeti, Suriye’nin toprak bütünlüğü, terör örgütlerinin güçlendirilmesi gibi bir çok tehdidi besleyecek bir adım atmıştır. Bu anlaşma ile PYD yalnızca ekonomik bir kaynağa ulaşmakla kalmamış Washington’da karar alma mekanizmalarında etkili olabilecek lobiler ve isimlerle de bir ortaklık kurmuş oldu. Nitekim Dışişleri Bakanlığının açıklamasında bu unsurların her birine yer verilmekte ve “terörün finansmanı” gibi oldukça sert ifadeler kullanılmıştır. Bu açıklamanın ardından Beyaz Saray sözcüsünün Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana olduklarını açıklaması ise Türkiye’yi yatıştırmaktan uzak düşmektedir. ABD’nin bu adımı Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Libya meselesine odaklandığı bir dönemde gelmiş olması fırsatçılık örneğidir. Yine bu adım Rusya’nın birçok bölgede gittikçe etkinlik kazandığı bir dönemde ABD’nin Türkiye ile ilişkilerini yakınlaştırması beklenen bir dönemde gelmiş olması Türkiye açısından güvensizlik yaratmıştır. Anlaşma sonrası Washington-PYD ortaklığını savunan yorumlara bakıldığında ise Türkiye’yi anlaşmayı sorunsallaştırmak yerine fırsata çevirmesi için çağrılar içermektedir. Bu yorumlar, Türkiye’nin SDG ile anlaşması senaryosunu ön plana çıkarmaktadır. Türkiye’nin böyle bir adım atması söz konusu değildir. Buna mukabil Türkiye’nin bir yönüyle yarıda kalmış Barış Pınarı operasyonunu tamamlayacak adımlar atması sürpriz olmayacaktır.
Rejim kontrolü kaybediyor
Rejimin başlıca ikilemi, iktidarda kalmak pahasına Suriye toprakları ve kaynakları üzerindeki kontrolünü kaybediyor olmasıdır. Krizin başladığı 2011 yılından beri bu trend devam etmektedir. Özellikle muhaliflerin başlıca düşman olarak görülmesi ve bastırılması üzerine kurulan strateji rejimi bu ikilemin içinde yok olmaya sürüklemektedir. Rejim, DEAŞ ortaya çıktığında bu örgütü muhalifler ve Türkiye’ye tehdit olmaya zorlayan bir strateji izledi. Bu strateji kısmen başarılı da oldu. DEAŞ, muhaliflerin kontrolündeki bölgelerin önemli bir kısmını ele geçirdi. Türkiye’ye önemli bir tehdit oluşturdu ve uzun süre Türkiye’yi oyaladı. Başka bir deyişle DEAŞ muhalifleri yok ettiği ölçüde rejimin işine geldi. Ancak bundan bir adım sonrasını dahi hesap edemeyen rejim, ABD’nin Suriye’ye “uluslararası terörizm tehdidi ile mücadele” söylemi ile müdahil olmasının kapısını aralamış oldu. DEAŞ yok edildiğinde ise kontrol ettiği bölgeler ve içerdiği enerji kaynaklarının büyük bir kısmı ABD destekli PYD’nin kontrolünde kaldı. Rejim ile Rusya’nın zaman zaman Deyrizzor bölgesine yönelik planladığı harekatlar ABD’nin çok sert cevabı ile karşılaşınca başlamadan sona erdi. Rejim halen bu Kamışlı ve Deyrizzor gibi petrol bölgelerini ele geçirmeye değil, İdlib ile uğraşmakta ve zaman geçtikçe bu enerji kaynaklarını barındıran bölgeleri tekrar kontrol etme şansını minimize etmektedir.Rusya açısından bakıldığında temel stratejik çıkarlarını korumaya devam etmekle birlikte, Esed rejiminin oluşturduğu yük artmaktadır. ABD, rejime karşı askeri seçeneği devreye sokmadıkça mevcut politikasını sürdürebilir ancak bu gittikçe daha maliyetli hale gelmektedir.
Rusya için maliyet artıyor
Nitekim Rusya sadece Suriye’de değil, aynı zamanda Doğu Akdeniz rekabetinde kendisine önemli avantajlar sağlayan Tartus ve Hmeymim’deki askeri varlığını korumaktadır. Rejimin en önemli destek unsuru olarak rejim üzerindeki etkisini de korumaya devam etmektedir. Ancak rejim ABD tarafından hedef alındıkça Rusya’nın hareket alanı daralmakta ve rejimin ayakta tutulması için gerekli ekonomik maliyet artmaktadır. Dolayısıyla Rusya’nın Suriye’deki stratejik çıkarlarını rejimin varlığı ile bütünleştiren politikasının limitleri daralmaktadır. Rusya’nın ikinci ikilemi ise PYD ile kurduğu ilişkidir. Rejimi ayakta tutmasına rağmen, PYD ile de ilişkisini sürdürerek dışlamaya çalışmama politikası iki tarafın karşı karşıya kaldığı durumlarda işlerliğini kaybetmektedir. Söz konusu anlaşma Rusya’yı bu ikileme daha da itecektir. Rusya’nın bu anlamda en önemli çıkış yolu ise Türkiye ile daha fazla nokta üzerinde uzlaşmaya varmak için kapı aralamasıdır. PYD’ye karşı takındığı tavır kolay bir başlangıç yolu açabilir. Sonuç olarak Delta şirketinin SDG ile imzaladığı anlaşma, bu yapıya hem finansman hem meşruiyet hem de ABD yönetimi ve yönetimi etkileyebilecek isimler ve lobiler nezdinde yeni ortaklar sağlamıştır. Anlaşmaya Washington içinden bir itiraz gelmemiş olması da bir konsensüse işaret etmektedir. Bununla birlikte ABD Suriye stratejisindeki opsiyonlarını açık tutmaya devam etmekte ve fırsatını yakaladığında ikileme düşme pahasına yeni “kazanımlar” edinmektedir. Söz gelimi orta vadede Suriye bölünecek olsa, kendisine bağımlı bir aktör olan SDG’nin kontrolünde bir bölgede etkin olacak. Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlandığı bir senaryoda ise güçlü tuttuğu SDG’yi siyasi vekili olarak korumaya devam edecektir. ABD’nin her durumda kazancını maksimum düzeyde tutmasının önündeki en büyük engel ise Türkiye ile Rusya’nın daha fazla işbirliği yapmasıdır. Ancak Rusya ilginç bir şekilde buna yanaşmamakta ve 2015’ten bugüne kadar olduğu gibi PYD’ye, dolayısıyla ABD’ye daha fazla alan açmaktadır.
[Star, 8 Ağustos 2020]