Bu yıl Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle düzenlenen bir sempozyum 'İslam Medeniyetinde Bir Arada Yaşama Tecrübesi' üst başlığını taşıyordu.
İslamiyet'in dinî ve kültürel çoğulculuğa teorik yaklaşımının ve İslam tarihi boyunca farklı dinî inanç grupları ile bir arada yaşama deneyimlerinin tartışıldığı sempozyum ister istemez Türkiye'nin üye olmaya çalıştığı Avrupa Birliği ülkelerindeki 4,7 milyon Türk'ün ortak yaşama deneyiminin de ele alınmasını gerektiriyor.
Avrupa Türkleriyle ilgili konular nispeten yeni olmakla beraber, tarihsel olarak bakıldığında Türklerle Avrupalıların ilişkilerinin çok uzun bir geçmişi olduğu görülür. Bu ilişkiler çerçevesinde Avrupa kimliğinin oluşmasında özellikle Osmanlı Türklerinin önemli etkileri olduğunu söylemek mümkündür. Her kimlik inşasının iç dinamikleri olduğu kadar dış dinamikleri de vardır ki işte Avrupa kimliğinin şekillenmesi söz konusu olduğunda Osmanlı Türklerinin belirleyici dış dinamikler arasında yer aldığı söylenebilir. Her ne kadar Osmanlı Türkleri ile Avrupalılar arasında ekonomik ve kültürel ilişkiler geniş yer tutsa da, kimlik inşası söz konusu olduğunda iki blok arasındaki savaş ve çatışmaların daha ön plana çıktığı görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı-Avrupa ilişkileri ekonomik ve kültürel ilişkilerden çok çatışma ve sürtüşmelerin tarihi olarak anılabilir.
Avrupalılık kimliğinde Türk etkisi
Avrupalılarla Türkler arasındaki ilişkiler söz konusu olduğunda dinî ve kültürel kimlik de kaçınılmaz olarak devreye girmektedir. Bu açıdan bakıldığında da Avrupa kimliğinin oluşmasında karşıt kültürü temsil ettiği düşünülen Türklerin etkin bir rol oynadığını söylemek mümkündür. Öte yandan Avrupalılar da Türk kimliğinin oluşmasına benzer şekilde etki etmiştir. Gerek Osmanlı'nın son iki yüzyılındaki Batılılaşma hareketleri, gerekse Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana takip edilen politikalar, Türk toplumunun kültürel kimliğini ve ben algısını etkilemiştir. Ancak farklı dinî ve etnik grupların bir arada yaşaması, dinî ve kültürel çoğulculuğun korunması söz konusu olduğunda Avrupa deneyiminde zaman zaman ciddi kırılmalar yaşanmıştır. Buna uygarlık krizleri de denilebilir. Bu krizlerin en çarpıcı olanı İkinci Dünya Savaşı'nda yaşanmıştır. Aynı kültür ve uygarlık köklerine sahip oldukları varsayılan Avrupa devletleri birbirleriyle savaşmakla kalmamış, dinî hoşgörüsüzlüğün bir sonucu olarak Yahudi soykırımına da tanıklık etmişlerdir.
Avrupa Birliği fikrinin doğmasında da Batı'nın yaşadığı uygarlık krizlerinin önemli bir rolü olmuştur. Temelleri İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra atılan ve Avrupa devletleri arasında ekonomik işbirliğine dayalı karşılıklı dayanışmayı öngören bu yapı zamanla kültürel boyut kazanmış ve ortak bir Avrupa kimliği ve Anayasası inşa etmeyi amaçlayan bir projeye dönüşmüştür. Her ne kadar bugün ortak Avrupa Birliği değerlerinden bahsedilse de homojen, tek boyutlu ve tek kimlikli bir Avrupa Birliği'nden söz etmek henüz mümkün değildir. Türkiye'nin de tam üye olmaya çalıştığı Avrupa Birliği'nin bugün yirmi yedi üyesi bulunmaktadır. Yirmi yedi ülkenin kültürel kimlikleri ve ulusal öncelikleri birbirinden farklıdır. Bu nedenle AB ülkelerinden bahsederken zihnimizde tek bir yapı, değişken olmayan bir kimlik algısı ve tüm üye ülkelerde geçerli bir politik kültür ve gelenek oluşmamalıdır. Her ne kadar Avrupa Birliği üyesi ülkeler bazı temel konularda ortak bir görüşü benimsemiş olsa da AB müktesebatı her konuyu düzenlememekte, iç hukuka geniş bir hareket alanı bırakmaktadır. Bu esneklik Avrupa Birliği üyesi ülkelerin din, kültür, kimlik, azınlıklar, göçmenler ve yabancılar konularında kendi düzenlemelerine zemin hazırlamaktadır. İşte bu nedenle Avrupa Birliği üyesi ülkelerden bahsederken yeknesak bir yapıyla değil, üye ülkelerin öncelikleri ve siyasal geleneklerinin belirlediği bir çeşitlilikle karşı karşıya olduğumuzu belirtmekte yarar var. Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde 1960'lardan itibaren işçi göçüyle, Almanya başta olmak üzere, çok sayıda farklı ülkeye giden, aile birleşmesi ve vatandaşlık kazanımı ile yerleşik hayata geçen yaklaşık 4,7 milyon Türk yaşamaktadır. Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türklerin, Avrupalılarla bir arada yaşama tecrübesi söz konusu olduğunda da karşımıza siyasi, sosyal, dinî, kültürel ve ekonomik değişkenlerin çıktığını görmekteyiz. Türkiye-AB ilişkileri de bu bağlamda üzerinde önemle durulması gereken konular arasında yer almaktadır.
Türklerin yaşamını belirleyen üç model
Siyasi değişkenlerden kastımız şu: AB ülkelerindeki "göçmen" ve "yabancı" topluluklara ilişkin mevcut politika ve uygulamaların tekil, yeknesak ve statik olmadığı; her ülkenin tarihsel ve toplumsal deneyimlerinin birikim ve izdüşümlerini taşıdığı; gelişen dünya şartlarına göre yeniden düzenlenebilecek esneklikte olduğu görülmektedir. AB ülkelerinde göçmen politikalarının geçirdiği evrelerin monolitik olmadığı, örneğin vatandaşlık yasası, azınlıkların dil ve kültürüne bakış, çok kültürlülük söylemleri ve entegrasyon politikalarının farklılıklar gösterdiği varsayılmaktadır. Avrupa'daki Türklerin ortak yaşama deneyimini etkileyen en önemli unsurlardan biri siyasal modellerdir. Bu açıdan bakıldığında karşımıza üç model çıkıyor.
1. Entegrasyonist model. Fransa'nın ısrarla takip ettiği bu modelde Fransa üst kimliği, Fransız değerlerinin benimsenmesi, vatandaşlık şemsiyesi altında çok kültürlülük yapısının eritilmesi amaçlanıyor. Entegrasyon yanında asimilasyonu da çağrıştıran bu modelin istenen hedefe ulaşmadığı Fransa'da yaşayan Arap kökenli gençlerin sokak isyanı ile gündeme gelmiştir. Fransız modeli, yeterince çoğulcu ve özgürlükçü olmamakla eleştirilmektedir.
2. Çok kültürlülük modeli. İngiltere'nin öncülük ettiği bu model, farklı dinî, kültürel ve etnik kimliklerin kendilerini ifade etmelerine ve kurumsallaşmalarına imkan tanımaktadır. Bu anlayışa göre farklı grupların kendi kimliklerine sahip çıkmaları ve korumaları entegrasyonu engellememektedir. Bu nedenle İngiltere'de yaşayan Türkler ve diğer azınlık gruplar kendi kimliklerini korurken topluma uyum sağlama çabası göstermektedir.
3. Asimilasyonist model. Avrupa Birliği ülkelerinde göçe katı bir şekilde karşı çıkanların savunduğu bu model, azınlıkların ulusal kimlik ve bütünlük açısından tehdit oluşturduğunu savunmakta ve topluma eklemlenen yeni grupların kendi kimliklerinden bütünüyle vazgeçmelerini ve içinde yaşadıkları toplumun kimliğini tüm yönleri ile benimsemelerini savunmaktadır.
Yukarıda özetlenen bu modeller çerçevesinde oluşturulan ve sürdürülen politikalar hem Türklerin hem de diğer grupların Avrupa Birliği'ndeki toplumsal uyumlarını doğrudan etkilemektedir. Özgürlükçü modelin uygulandığı ülkelerde çatışma ve sürtüşmelerin az olduğu, kısıtlamların olduğu ülkelerde ise sürtüşme eğilimin arttığı görülmektedir. Avrupa Birliği'ndeki Türkler söz konusu olduğunda karşımıza şöyle bir manzara çıkmaktadır. Yükselen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobiye rağmen Avrupa'daki Türkler kendi kimliklerini koruyarak yaşadıkları ülke toplumlarına uyum sağlamaya çalışmaktadır. Uyum sağlama istek ve çabasının farklı siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik göstergeleri vardır: AB'deki Türkler artan oranda yaşadıkları ülkelerin vatandaşlığına geçmektedir. Vatandaşlığa geçiş aslında temel hak ve özgürlükler bağlamında devlet ve toplum ile bir sözleşme imzalamak anlamına gelmektedir. Bu açıdan Türkler de vatandaş olarak yaşadıkları ülkelerin yasalarına uymaya ve topluma entegre olmaya hazır olduklarını göstermektedir. Ancak Avrupa Birliği ülkelerindeki ayrımcılık, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve dışlanma şeklinde kendini gösteren negatif milliyetçiliğin, Türklerin çoğunluk toplumdan soyutlanmasına, kendi içine kapanmasına neden olduğu ve dolayısıyla entegrasyonu olumsuz etkilediği görülmektedir.
Toplumun her alanında var olma isteği
AB'deki Türklerin, içinde yaşadıkları toplumlarla iç içe yaşama iradesinin bir başka göstergesi son yıllarda artan siyasi katılımdır. Hemen hemen her AB ülkesinden yerel ve ulusal düzeyde Türklerin siyasete girdiği, belediye meclislerine girdikleri ve milletvekili seçildikleri görülmektedir. Bu manada Avrupalı Türkler geleceklerini Türkiye'de değil Avrupa'da görmekte ve bu nedenle de siyasi hayata aktif olarak katılmaktadırlar. Türklerin Avrupa'da kök salmakta olduğunun bir başka göstergesi ise artan oranda bu ülkelerde ekonomik yatırım yapmalarıdır. Sadece Almanya'da 120 binden fazla işletmenin Türkler tarafından kurulup işletildiği düşünüldüğünde, yatırım tercihlerinin Türkiye değil Almanya olduğu görülecektir. Diğer AB ülkelerinde de çok sayıda Türk işletmesi olduğu, bu manada ekonomik yatırımların önemli bir entegrasyon enstrümanına dönüştüğü söylenebilir. Ekonomik işletme ve yatırımlar yanında Türklerin Avrupa'da çok sayıda sivil toplum örgütü kurduğu, eğitim, gençlik ve kültür etkinlikleriyle içinde yaşadıkları toplumla çatışmadan bir arama yaşama gayretinde oldukları görülmektedir. Türkler artık Avrupa'nın toplumsal ve siyasal yapısının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bir taraftan yukarıda da işaret edildiği gibi vatandaşlığa geçiş diğer taraftan son yıllarda sayısı hızla artan karma evliliklerin yarattığı kültürel ve dinî iletişim Türkleri sosyal dokunun bir parçası haline getirmiştir.
Sosyolojik olarak bakıldığında, Avrupa Türklerinin bir arada yaşamayı mümkün kılan ve kolaylaştıran enstrümanlar da geliştirdikleri görülmektedir. Bunlardan birincisi genç kuşakların melez kimlikler inşa etmesidir. Avrupa'daki üçüncü ve dördüncü kuşak gençler bir taraftan Türk kültür değerlerini benimsemekte diğer taraftan ise yaşadıkları ülke değerlerini içselleştirmektedir. İlk bakışta çelişkili görülebilecek bu tutumun, detaylı bir şekilde analiz edildiğinde sürtüşmeden çok bir arada yaşama formülü arayışı olarak ortaya çıktığı görülecektir.
Türklerin Avrupa Birliği ülkelerinin toplumsal yapılarının ayrılmaz bir parçası olduklarının bir başka göstergesi ise bu ülkelerde inşa ettikleri kurumlardır. Bu kurumların başında dinî ve kültürel kimliği canlı tutan, yeniden inşa eden ve Türk toplumunda ortak aidiyet duyguları uyandıran camiler bulunmaktadır. Türklerin ve diğer Müslüman toplulukların, Londra'dan Berlin'e, Paris'ten Amsterdam'a kadar inşa ettiği dinî yapılar, Avrupa kentlerinin kültürel ve mimari dokusuna farklı bir renk katmaktadır. Bazı ülkelerde buna şiddetle karşı çıkılması, camilerin kentlerin mimari dokularını bozacağının iddia edilmesi çoğulculuk konusunda ne kadar mesafe kat edildiğini göstermesi bakımından ise ibret vericidir.
Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türklerin Avrupa Birliği projesine bakışı, Avrupa Birliği kimliğini tanımlama biçimi de Türklerin farklı kültürlerle bir arada yaşama isteğini göstermesi bakımından anlamlıdır. Yapılan araştırmalarda Türklerin Avrupa Birliği kimliğine dinî ve kültürel değil, siyasi ve ekonomik bir kimlik atfettiklerini göstermektedir. Avrupa Türkleri bu nedenle Türkiye'nin AB'ye üye olmasını da büyük oranda desteklemektedir.
Sonuç olarak Avrupa'daki Türkler açısından bakıldığında, farklı dil, kültür ve din mensupları ile birlikte yaşama konusunda Türklerin istekli oldukları, bu nedenle toplumsal hayatın her alanına katılmaya çalıştıkları, hatta çatışma, sürtüşme ve gerginliklerini azaltmak için melez kimlikler inşa ettikleri görülmektedir. Avrupa Birliği üyesi ülkeler açısından bakıldığında ise şöyle bir görünüm ortaya çıkmaktadır: Son yıllarda entegrasyonu sağlamak için Türk göçmenlerin kimliklerindeki hangi kültürel unsurların geliştirilmesi, hoş görülmesi veya bunlardan hangilerine karşı çıkılması gerektiğinin, üstü kapalı da olsa, tartışmaya açıldığı görülmektedir. Böyle bir sorunun arkasında Türk kültürel kimliği, değerleri ve inanç aidiyetlerinin tanınması gerektiği fikri kadar, bütün bunların ancak ev sahibi ülke şartlarına uygun olması, yerel değerlerle çatışmaması ve bir anlamda topluma uyum sağlamaya engel unsurların ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağı fikri yatmaktadır.