Askeri ve siyasi muhalefetin son kalesi olan İdlib, yedi yıllık Suriye iç savaşı için yeni bir dönüm noktası haline dönüşmüş durumda. Bir taraftan Suriye rejimi ve İran destekli Şii milisleri, savaş dolayısıyla yerinden edilmiş göçmenlerin de gelmesiyle birlikte 3 milyona yaklaşan İdlib’e kapsamlı bir askeri saldırı hazırlığı yaparken, krizin en önemli aktörlerinden biri olan Rusya, gönülsüz de olsa askeri seçeneğin nihai bir çözüm getirip getirmeyeceği ve yeni bir kargaşaya sebep olup olmayacağı konusunda bazı çekincelere sahip. Geçtiğimiz hafta boyunca sorunun çözüm merciinin Moskova olduğunu düşünen Türkiye ise Dışişleri Bakanı Çavuşluğu’nun Lavrov ile Moskova’da yaptığı basın toplantısının ardından, “askeri bir çözümün sadece İdlib bölgesi için değil, Suriye’nin geleceği için de felaket” olduğunu ifade ederek Ankara’nın pozisyonunun askeri seçeneğin karşısında olduğunu deklare etmiş durumda. Rusya ile İdlib’deki genel askeri ve siyasi duruma müdahil olan Türkiye ve İran arasında Suriye’de çatışmasızlık bölgelerinin ve ateşkesin - görünüşte Suriye rejimi ve İran hatta Rusya dahil buna pek uymasa da - sürdürülmesine dair bir konsensüs olsa da İdlib’in meselesinin nasıl halledileceğine dair söz konusu aktörler arasında önemli ayrışmalar söz konusu.
Türkiye’nin öncelikleri
Ciddi bir diplomatik çaba içinde olsa da, İdlib’de barışçıl bir çözüme ulaşma konusunda Türkiye’nin öncelikleri bir dizi faktörden doğrudan etkileniyor. Bunlar arasında en önemlileri sırasıyla, İdlib bölgesindeki askeri guruplar arasındaki siyasi ihtilafın ve askeri çatışmanın karakteri, Suriye rejimi dahil İran, Türkiye ve Rusya arasındaki Suriye rekabetinin kendine has dinamikleri ve Türkiye’nin sorunun aşılması için sahip olduğu yetenek ve kapasitenin sınırları yer alır alıyor. Her üç unsur da Türkiye’nin İdlib konusundaki hesaplarının ne kadar zor ve karmaşık olduğunu gösterir nitelikte. Özellikle Rusya ve diğer aktörlerin Astana sürecinden sonra Türkiye’den İdlib’de oluşturmaya başladığı askeri gözlem noktaları misyonu ile bölgedeki muhalif gurupları askeri ve siyasi olarak dönüştürme konusundaki beklentileriyle Ankara’nın günün sonunda bunları başarması arasında bir makas oluştuğu görülüyor.
Bu durum Türkiye’ye zaman konusunda bir baskı oluşturduğu gibi, İdlib konusundaki konsantrasyonu da olumsuz etkilemiş durumda. Diğer taraftan, Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan sarsıntı ve ABD’nin İdlib’e yönelik tutumu da Türkiye’nin İdlip konusundaki tutum ve davranışlarına bir baskı oluşturmuş durumda.
İdlib bölgesinde, Rusya, Türkiye ve İran’ın Astana zirveleri çerçevesinde anlaşmaya varmasından bu yanda Türkiye çatışmasızlık bölgelerini denetlemek maksadıyla 12 askeri gözlem noktası oluşturmuş durumda. Gelinen durum itibarıyla, askeri gözlem noktalarını ciddi bir sorunla karşılaşmadan başarıyla kuran Türkiye, İdlip merkezli siyasetinde kısmen bir başarı sağladı ve El-Kaide kökenli radikal grupların bölgede daha fazla alan kazanmasının önüne geçti, HTŞ başta olmak üzere radikal guruplardan önemli sayıda savaşçı muhalifin koparak daha ılımlı guruplara geçmesini sağlayarak hem ılımlı askeri gurupların askeri gücünü konsolide etti hem de onların Suriye krizi konusunda siyasi çözümü benimsemelerini sağladı. Ancak, Türkiye’nin HTŞ gibi radikal askeri gurupları tamamen çözme ve askeri kapasitelerini elimine etme konusunda tam bir başarıya ulaşması mümkün olamadı. Bunun en önemli sebebi, söz konusu gurupların gurup içi ve guruplar arası dinamiklerden kaynaklanan askeri ve politik çekişmelerinin çok sert olmasıydı. Daha da önemlisi, HTŞ gibi gurupların siyasi çözüm konusunda isteksiz olmaları ve devrime olan radikal bağlılıkları etkili olan unsurlar arasındaydı. Özellikle de rejimin diğer çatışmasızlık bölgelerinde Rusya ve İran sayesinde tutunduğu tavır buradaki aşırıcı gurupların Türkiye’ye güvenmeleri konusunda endişelerini derinleştirdi. Dolayısıyla geride kalan sürede Türkiye, İdlib konusundaki limitlerini görmüş oldu.
Gelinen aşamada, Türkiye’nin önceliklerini şekillendiren asıl etkenler krizin başından beri var olanlardan farklılık göstermiyor. Ankara’nın son iki haftada Rusya ile sürdürdüğü yoğun diplomatik görüşmelerin ortaya çıkardığı üzere, Türkiye öncelikle Suriye rejiminin muhalif guruplara karşı tek taraflı ayrım yapmadan kalkışacağı askeri bir müdahaleyi engellemeye çalışıyor. Türkiye için, sivilleri askeri guruplardan, ılımlı askeri gurupları da aşırıcılardan ayırmadan yapılacak askeri bir müdahale, mevcut durumu daha da kötüleştireceği gibi, zaten sınıra ulaşmış mülteci meselesini içinden çıkılamaz bir hale getirebilir. Dolayısıyla, tek taraflı askeri müdahalenin maliyetinin farkında olan Türkiye, mülteci meselesini ilk sıraya koymuş durumda.
Daha da önemlisi, İdlib bölgesinde bulunan Türk birliklerinin, herhangi bir üçüncü aktör tarafından kasıtlı veya kasıtsız olarak hedef alınabileceği ve bunun, İdlib savaşına operasyonel olarak dahil olan diğer aktörlerle Türkiye arasında bir çatışmayı tetikleyebileceği yönündeki risk. Türkiye’ye yönelik bu güvenlik kaygılarına ek olarak, daha stratejik düzeyde, günün sonunda Suriye rejiminin galibiyetiyle sonuçlanabilecek bir İdlib müdahalesinin, Türkiye’nin PKK’yı mağlup ettiği ve ÖSO’nun askeri varlığını garanti altına aldığı Afrin bölgesinde siyasi ve askeri bir baskı yaratma ihtimali.
Muhtemelen Türkiye’nin stratejik öncelikleri arasında en önemli olanı ise, bu aşamada Fırat Nehrinin batı kesimindeki varlığını kısa vadede garanti altına alması.
İdlib meselesinin uzlaşmadan çözülmesi durumunda Türkiye için Rusya ile olan diyaloğun da hasar alması riskler arasında sayılabilir. Bu bakımından, Türkiye’nin Rusya ile olan diyaloğunun devam etmesi ve Astana’da varılan mutabakat bağlamında yazılı olmayan; Türkiye’nin “muhalifleri ılımlaştırma” projesinin başarılması gerekiyor.
Türk-Rus diyaloğu
Türkiye, İdlib meselesini ulusal ve bölgesel güvenliği penceresinden ele alırken, Rusya ise aslında tamamen farklı bir gündeme sahip. Ruslar, Suriye rejiminin kendisinin de desteğiyle birlikte İdlib’in muhaliflerden alınmasının taktik ve operasyonel bir zamanlama meselesi olduğunun farkında. Ancak Moskova’nın, militan grupların yeniden mobilize olmaları, savaşın uzaması ve daha fazla maliyet üretme ihtimalleri konusunda çok emin olduğunu söylemek zor. Türkiye ise PKK tehdidi başta olmak üzere mülteci meselesi ve siyasi-askeri dengenin iyice ortadan kalkmasından endişe duyuyor. Ancak Türkiye askeri muhalefet üzerinde etkiye sahipken, Rusya ise Suriye rejimin sınırlandırabilecek, hatta ne zaman ve hangi kapsamda hareket edeceğine karar verebilecek tek ülke. Bu nedenle, gerçekçi bir perspektifle bakıldığında her iki ülke de bir çıkmaz içinde kendi konumlarını yeniden ayarlamaya çalışıyor. Bu açmaz her iki aktörün de İdlib için hangi stratejiyi seçecekleri ile ilgili. Ya radikal gurupları elimine etmek için savaşı tercih ederek bunun maliyetlerine katlanacaklar ya da bekleyip bu guruplarla barışçıl müzakere yürütülmesi için yeni bir çerçeve oluşturacaklar. Türkiye kesinlikle ikinci yolu tercih etmek için uğraşırken Rusya’nın bu konuda pazarlığa açık ancak aceleci davrandığını söylemek mümkün.
Bu aşamada, Türkiye, Rusya’nın Suriye rejimi güçlerine yönelik kapsamlı bir askeri kampanya için kapıyı kolayca açmayacağını düşünüyor. Lavrov’un Moskova’daki basın toplantısında söylediği gibi, Türkiye ve Rusya, geçen yıl Halep’te muhalif silahlı gruplara kabul ettirdikleri diplomatik çözümün başarıya ulaşması için çaba göstermeye devam edecek. Bu bağlamda Türkiye ile Rusya arasında Moskova’daki görüşmelerde nelerin konuşulduğunun netleşmesi gerekiyor. Ancak bu konuda yeterli bir bilgiye henüz sahip olmasak da Rusya’nın Türkiye’ye bazı seçenekler sunduğunu tahmin etmek hiç de zor değil. Buna göre, her iki aktörün de öncelikle radikal gurupların elimine edilmesi için baskıyı artırmaya çalışacakları, bu gerçekleşmez ise de söz konusu gruplara gidebilecekleri bir yer aradıkları anlaşılıyor.
Ancak, sahadaki gerçekler, Türkiye’nin ve Rusya’nın çok kısıtlı bir zamanda HTŞ’nin varlığını ortadan kaldırma ya da onlara yeni bir yer bulma isteklerinden daha karmaşık. HTŞ’nin lideri olan Ebu Muhammed Culani’nin açıklamaları, Suriye rejiminin askeri saldırılarına ve kendi savaşçılarının dağıtılmasına izin vermeyecekleri yönünde. Grubun çözülmesinden ziyade, HTŞ üyeleri rejimin muhtemel saldırısı karşısında askeri hazırlık içinde ve bu durum diğer ılımlı muhaliflerinin de pozisyonlarında ve taraflarında hızlıca bir değişikliğe sebep olabilir. Daha da önemlisi, HTŞ’nin içinde yer alan hatırı sayılı yerli olmayan savaşçı grup hesaba katıldığında bu durumun hızlı bir biçimde Türkiye ve Rusya’nın menzilinden çıkma ihtimali de oldukça yüksek. Eğer Rusya ve Türkiye güvenli bir “sığınak” üzerinde anlaşabilirse, (bu süreçte sayıca kaç savaşçının HTŞ’den ayrılacağını bilmek mümkün olmasa da) o zaman Suriye rejiminin askeri müdahalesi seçenek dışına çıkabilir.
Muhtemel sonuçları
İdlib bölgesinin geleceğinin nasıl şekilleneceği hala bilinmezlerle dolu. Fakat hangi aktörlerin bu süreçte daha etkili olacağı konusu radikal gurupların kendilerini lağvetmeleri, diplomatik müzakereye yanaşmaları veya savaşma konusunda ne kadar istekli olduklarına bağlı. Bu aşamada Türkiye’nin radikal silahlı guruplar üzerinde sınırlı bir etkisi olduğu görülmektedir. Türkiye’nin bu guruplara karşı, sırf İdlib bölgesinin rejimin eline geçmemesi için savaşması ise sadece en son yapılacak hatalardan biri olabilir. Şu aşamada çözümün tek yolu bölgede yeni bir siyasi ve güvenlik çalkantısını önlemek için, radikal olarak tarif edilen gurupların İdlib içinde farklı bir yere tahliyesi ya da bölgeden çıkarılması. Bunu başarabilecek tek yol Türkiye ve Rusya arasında diyaloğun devam etmesi.
Eğer bu seçenek sahada işe yaramazsa, o zaman Rusya’nın sınırlı bir askeri müdahaleye yeşil ışık yakması muhtemel bir olasılık olarak ortaya çıkıyor. Böylesi bir müdahale, tespit edilen guruplar ve onların bulunduğu alanlara yönelik askeri bir angajmanı gerekli kılmakla birlikte rejimin nasıl dizginleneceği sorunu en önemli riskler arasında yer alıyor. Böylesi bir durumda Türkiye’ye yönelik sınırlı bir mülteci akışı beklenmelidir. Eğer rejim ve Rus askeri müdahalesi sınırlı olmanın ötesine geçerek kapsamlı ve cezalandırıcı bir askeri saldırıya dönüşürse, o zaman iki büyük gelişmenin ortaya çıkması olasıdır. Bunlardan birincisi, ılımlı silahlı grupların Rusya ve Suriye rejimine karşı radikalleşmesi, ikincisi ise Astana sürecinden Rusya’ya daha fazla maliyet getirebilecek şekilde Türkiye’nin sürece yabancılaşmasıdır. Bu aşamada, 7 Eylül’de Tahran’da Rusya, Türkiye ve İran arasındaki yaklaşan zirve, hem İdlib’in hem de Suriye’nin geleceği açısında kritik öneme sahiptir.
[Star, 1 Eylül 2018].