31 Mart yerel seçimlerine dair en esaslı tartışmalardan birisi hiç kuşkusuz bu seçimlerin genel seçim özelliği gösterip göstermediği. İlk bakışta yerel seçim-ler “ülkeyi kim yönetecek” ya da “iktidara kim ve ne kadar sahip olacak” gibi genel siyasetin merkezi sorularına doğrudan bir cevap sunmaz. Ancak siyasetin sürekli olarak ekonomi ve bürokrasi başta olmak üzere siyaset-dışı alanların etkisine açık olduğu düşünüldüğünde, yerel seçimlerin neden genel siyasetin dışında tutulacağını açıklamak zorlaşır. Sonuçta siyaset çatışma grupları arasında iktidar için yapılan bir mücadeledir ve iktidar müca-delesinin merkezinde psikolojik dengeler yatar.
Psikoloji üstünlük
Psikolojik dengeler her zaman değişime açıktır ve siyasi aktörler her şeyden önce bu değişken ortamda üstünlüğü kendi lehine çevirmeye ve elde tutmaya çalışırlar. Psikolojik üstünlüğün kendisinde olduğunu gören tarafın iktidardan aldığı payını artırmak ya da kaybeden tarafın güven tazelemek adına seçim çağrısı –seçimler iç siyasetin meydan muharebeleri olarak görülebilir– yapması boşuna değildir. Doğru zamanlama, fırsatların değerlendi-rilmesi başarıya açılan kapıdır.
Buradan hareketle yerel seçimlerde, özellikle sembolik öneme sahip belediyelerde, kaybeden bir siyasi partinin genel siyasette sarsılmaması ve ge-rilememesi düşünülemez. Kazanan tarafın ise genel siyaset için özgüven kazanması ve ileri hamle yapmasından daha doğal bir durum söz konusu değildir. Tam da bu nedenle İstanbul, Ankara ve İzmir gibi sembolik öneme haiz metropollerde Cumhur İttifakı’nı geriletmek adına İYİ Parti hakla-rından feragat ederek CHP lehine seçimden çekilmiş durumdadır. HDP de farklı gerekçelerle Cumhur İttifakı’nı geriletmek adına CHP’ye ya da CHP-İYİ Parti işbirliğine açıktan destek sunmaktadır. Diğer tarafta MHP Cumhur İttifakı’nı korumak ve ilerletmek adına AK Parti lehine benzer bir yol izlemektedir. Buradan çıkaracağımız sonuç yerel seçimlerin –elbette kendine has hesaplarının olduğu gerçeğini de gözden kaçırmadan– genel siyasetin çizdiği çerçevede ve ona hizmet edecek biçimde şekillendiğidir. Hiç kimse 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran genel seçimlerinde gözlemlenen ülke siyasetinin mevcut iki bloklu yapısının 31 Mart yerel seçimlerini baştan aşağıya belirlediği gerçeğini reddedemez.
Dolayısıyla, “31 Mart sadece bir yerel seçimdir” ibaresini bir tespitten ziyade iktidar mücadelesi stratejisi olarak görmek gerekir. Muhalefetin özel-likle iktidar seçmenine yönelik kurguladığı bu iddia hiç şüphesiz 31 Mart yerel seçimlerini siyaseten önemsizleştirmeye ve böylece ülkede demokratik siyaset taraftarları lehine olan kutuplaşmayı gevşetmeye yöneliktir. İktidarın yönetim ve performans zaaflarını daha fazla ön planda tutarak ve görü-nür kılarak seçimde dengeleri kendi lehine çevirmek istemektedir. Eski Türkiye’ye (Batı’ya bağımlı otoriter-elitist model) dönmek ya da post-politik bir Türkiye manzarasına (Batı’ya bağımlı çoğulcu model) ulaşmak adına “küçük” hesapların “büyük” hesapların etkisinde yapılmasını engelleme ama-cını gütmektedir. Siyasette güç istencinin diğer bütün arzuların –maddi tatmin veya ahlaki tutum gibi– üstünde olduğu düşünüldüğünde, yönetim ve performansa dair eleştirilerin daha üst bir amaca hizmet etmesi şaşırtıcı değildir.
Üç iktidar odağı
Gerçekten de yerel seçimlerin siyasette kritik dönüm ve kırılma noktalarında daha bir genel seçim havasına büründüğü açıktır. İktidar mücadele-sinin can alıcı bir hal aldığı durumlarda birçok hesabın buna endekslenmesi kaçınılmazdır. Bu noktada ülkede iktidar mücadelesinin tarafları ve nasıl bir nitelik taşıdığını biraz daha açmak gerekir. AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılında ortada kabaca üç iktidar odağı ve modeli bulunmaktaydı: Otoriter-elitizm, çoğulcu siyaset ve demokratik-popülist siyaset.
Otoriter-elitist siyaset kolektivist ve devletçiydi. Kemalist bürokratik vesayetin savunuculuğunu yapıyordu. İktidarın merkezinde bürokrasiyi ve devletle organik ilişki içerisindeki büyük sermayeyi görmekteydi. Bu sebeple dar bir toplumsal kesimin çıkarlarına hitap ediyordu. Oligarşik rejimin korunması adına uluslararası alanda küresel hegemonyaya bağımlı ve statükocu bir dış politika taraftarıydı. Küresel güçlerin Kemalist rejime bakışının değişmesi sonucu bu Batıcı/Atlantikçi eğilimin 2000’lerin başında değiştiğini ayrıca not etmek gerekir.
Çoğulcu siyaset birey ve azınlıktaki toplumsal grupları ön plana çıkarıp siyasi iktidarı ve toplumsal bütünlüğü ikinci plana atıyordu. Bu yolla hem devlet bürokrasisini hem de milli ira-deyi sınırlandırma hedefini gözetmekteydi. Hukukun üstünlüğü ve haklar söylemini bu amaç için işlevsel hale getiriyordu. Ancak bu haliyle siyasi iktidar karşısında diğer iktidar odaklarına –özellikle küresel sermayeye– alan açan ve siyasetten “özgürleştirdiği” bireyleri kapitalist ekonomik ve kültürel düzene kurban eden bir yol takip etmekteydi. Avrupa Birliği üyeliği ve Atlantik cephesinin çıkarlarına dayalı olarak milli çıkarların tanımlanması (“dünyayla bütünleşmek”) ve dış politik tercihlerin yapılmasından yanaydı. Otoriter-elitizme karşı olsa da vardığı sonuç bir bakıma aynıydı: İktidarı ekonomik ve kültürel üst toplum sınıfına, elitlere sunmak ve küresel hegemonyaya adapte olmak. Fakir ve dışlanmış çoğunluk daha ince olmak kaydıyla farklı bir şekilde dışlanmaya devam edecekti.
Demokratik-popülist siyaset ise milli iradeyi merkeze almaktaydı. Bürokratik ve sivil elitlere karşı halkın iktidarını savunuyordu. Bu amaca yönelik olarak siyasetin alanını genişletme ve siyasi iktidarı güçlendirme hedefi gütmekteydi. Devlet bürokrasisi ve sermaye sınıfı/ekonomi sektörü karşısında siyaset halkın sesini duyurabileceği ve çıkarlarını savunabileceği yegâne araçtı. Dış politikada ise milletin çıkarlarını merkeze alan ve buna göre dışarısıyla ilişki kuran bağımsızlıkçı ve otonom bir siyaseti benimsiyordu.
Geçtiğimiz son 16 yılda bürokratik irade (devlet), bireysel irade (ekonomi) ve milli irade (toplum) arasında amansız bir mücadele baş gösterdi. 2002-2010 yılları arası çoğulcu ve demok-ratik-popülist siyasete karşı bürokratik iradenin savunmada olduğu dönemdi. Sonuçta siyaset devlet kontrolünden çıkarıldı ve böylece otoriter-elitizm mücadeleyi kaybetmiş oldu. 2010-2016 arası dönem milli iradeye karşı çoğulcu ve FETÖ güdümündeki bürokratik iradenin mücadelesine tanık oldu. Çoğulcu ve FETÖ’cü bürokratik iradenin siyaset kurumunu zayıflatma hedefi tutmadı, küresel güçlerden yardım almalarına rağmen mücadeleyi kaybettiler. 2016 sonrası dönem ise milli irade siyasetinin hakimiyeti ve siyasetin bu iradeyi merkeze alarak kurumsallaşma mücadelesince belirlendi. Bu demokratik kurumsallaşmaya karşı küresel destekli ve çoğulcu siyaset merkezli bir direnç olsa da –Hayır kampanyası, Adalet yürüyüşü– değişiminin önüne geçmeye muvaffak olamadı. 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran genel seçimleriyle bu süreçte önemli bir mesafe kat edildi. Milli irade siyasetinin kurumsallaşmış hali olan Cumhurbaş-kanlığı sistemi işler hale geldi. Türkiye içeride demokratikleşmede ve uluslararası alanda bağımsızlaşma ve otonomlaşmada önemli bir yol almış oldu.
Ancak hem demokratikleşme hem de otonomlaşma doğası gereği sonuçlanan süreçler değildir. Yerleşiklik kazanmaları söz konusu olsa da demokrasinin ve otonominin korunması sü-rekli bir mücadeleyi gerektirir. Ucu açıktır. Milli irade güçlü olmadığı sürece demokrasi, askeri-ekonomik kapasite yüksek tutulmadığı sürece de otonomi güvence altında olmaz. Dolayısıyla, 31 Mart seçimlerini 16 yıllık demokratikleşme ve otonomlaşma mücadelesi bağlamında ele almak gerekir.
İkili seçim stratejisi
31 Mart seçimleri bu tarihi süreç bağlamına oturtulduğunda bir anlam kazanmaktadır. Bütüncül bir bakışla ele alınmadığı sürece, yani tek başına ve bağlamından koparıldığında hiçbir siyasi olgunun gerçek anlamı ortaya çıkmaz. Yukarıda da belirtildiği gibi muhalefet partileri ve aydın-medya ordusunun izlediği ikili seçim stratejisinin bir ayağını 31 Mart seçimlerini siyasetsiz-leştirmek oluşturmaktadır. Bu Cumhur İttifakı seçmen tabanına yönelik daha önceki seçimlerde başvurulan kutuplaştırma söylemini devreye sokmamaya özen göstermek, kritik yerlerde sağ adayları seçmenin önüne koymak, hizmet-belediyecilik odaklı teknik bir dil kullanmak ve iktidarın kimliğini değil yönetim performansını hedef almak şeklinde somutlaşmaktadır. İktidarın seçimleri çerçevelemek ve muhalefeti siyaset meydanına çekmek için kullandığı “beka sorunu” iddiasını hafife almak ya da bir kriz semptomu olarak sunmayı bunlara eklemek gerekir.
İkinci strateji ise negatif bir siyaset anlayışıyla muhalefet halkasını olabildiğince geniş tutmaktır. Birbirine benzemez ve hatta zıt siyasi görüş ve hedeflere sahip toplumsal grupların talepleri negatif bir şekilde bir araya toplanmakta ve bir karşı-hegemonik siyasi blok inşa edilmektedir. Bu negatif siyasi projenin kurucu unsuru Cumhur İttifakı’nı geriletme hedefidir. CHP ve İYİ Parti Kemalist bürokrasinin ve azınlıktaki laik toplumsal kesimlerin önünü açmak için ittifakın çatısını oluşturmuş durumdalar. HDP ise PKK terörünün yol açtığı problemler ve aldığı yenilgilerle bölgede aldığı eleştiriler ve aynı sebeple siyasi manevra alanını ülke çapında genişletmek adına 7 Haziran 2015 seçimleri öncesi ortaya attığı “Türkiyelileşmek” hedefine tam ters bir şekilde Batı’da “Türkiyesizleşerek” marjinalleştiği için ittifaka destek olmaktadır. Cumhur İttifakı’nın geriletilmesiyle kendi ürettiği tecridin ortadan kalkacağına ve daha da ötesi Suriye’de filizlenen PKK devletinin kurulmasında Türkiye engelinin ortadan kalkacağına inanmaktadır. Seç-men tabanını peyderpey AK Parti’ye kaybeden Saadet Partisi siyasette yeniden anlamlı hale gelmek için genelde Cumhur İttifakı’nın, daha özelde ise Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’nin güç kaybetmesi amacıyla ittifakta dolaylı bir şekilde yer almaktadır. AK Parti’li muhalifler olarak adlandı-racağımız yeni şekillenen başka bir iktidar odağı ise bir yandan elitler düzeyinde iktidar mahfillerinden dışlanmanın acısı, diğer yandan da zaman zaman ilkesel olarak bağlandıkları ‘çoğulcu-ahlakçı’ siyasetin alan kazanması için ittifakta yer almaktadırlar.
Milli iradenin merkezi konumunu kaybetmesi ve Cumhurbaşkanlığı sisteminin işlemez hale gelerek sorgulanması ve kaldırılması tüm bu iktidar odaklarının ortak hedefidir. Bu haliyle 7 Haziran seçimleri öncesinde “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganında tecessüm eden, 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran seçimlerinde baş gösteren milli irade karşıtı, anti-demokratik siyasetin yeni bir karşı hamlesine tanıklık etmekteyiz.
Muhalefet bloğunun açmazları
Bu cephenin en büyük açmazı pozitif bir siyasi hedefin olmaması ve bunun sonucunda derin iç çelişkilere kapı aralanmasıdır. Mesela, bürokratik iradeye yaslanmaktan başka bir ça-resi olmayan CHP-İYİ Parti ikilisinin devlete savaş açmış ve ülkenin toprak bütünlüğünü tehdit eden PKK terör örgütünün yedeğinde siyaset yapan HDP ile nasıl bir araya gelebilmektedir? “Öncelikle ortak düşmanı (Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti) yok edelim gerisine sonra bakarız” anlayışının ideolojik ve ahlaki çarpıklığı bir yana, siyaseten ne derece mantıklı bir hamledir? Cumhur İttifak’ının zayıflaması durumunda oluşacak güç boşluğunu PKK’nın çok iyi değerlendireceği açıktır. CHP-İYİ Parti ülkenin güney sınırları boyunca kurulacak bir PKK devletinin hesabını millete nasıl verecektir?
Saadet Partisi ve AK Parti’li muhalifler için de benzer bir durum söz konusudur. Saadet Partisi dar parti çıkarlarını fütursuzca merkeze almanın haklarını ve çıkarlarını savunmaya talip olduğu muhafazakâr-dindar kesimlerin çıkarlarına ne denli zarar verebileceğine gözlerini yummaktadır. CHP ve İYİ Parti tüm yalpalamalarına rağmen bürokratik iradenin ve laikçi cenahın iktidarını savunmaktadır. Saadet Partisi milli iradeye karşı otoriter-elitist siyasi aktörlerle kol kola girerek muhafazakâr-dindarların haklarını nasıl savunmayı düşünmektedir? AK Parti’nin ve dolayısıyla siyaset kurumunun zayıflaması durumunda bürokrasinin güç boşluğunu hızlıca dolduracağı ve muhafazakâr-dindarlara yönelik geleneksel laikçi ve baskıcı politikalarını devreye sokacağı açıktır. Böylesi bir durumun ortaya çıkması durumunda Saadet Partisi bunun hesabını vermeye hazır mıdır?
AK Partili muhaliflerin milli irade siyasetine alerji duydukları, Cumhurbaşkanlığı sistemine karşı oldukları ve gücün daha fazla dağılması gerektiğine inandıklarını gözlemleyebiliyoruz. ‘Ahlakçı-medeniyetçi’ bir anlayışla ‘çoğulcu-liberal’ bir anlayış mezcedilmeye çalışılmaktadır. Birbiriyle ilkesel olarak pek uyuşmayan toplulukçu ve bireyci siyasetlerden nasıl bir sentez ortaya çıkacağı büyük bir soru işaretidir. ‘Ahlakçı-medeniyetçi’ siyaset hiyerarşiyi esas alan ataerkil bir zihniyete dayanırken, ‘çoğulcu-liberal’ siyaset buna olabildiğince zıt eşitlik esasına dayalı de-mokratik-rölativist bir zihniyete dayanmaktadır.
Bu cenahın seçim özelinde CHP-İYİ Parti ile dirsek teması kurması da ayrı bir çıkmaz sunmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gücünü kaybetmesi ve Cumhurbaşkanlığı sisteminin ortadan kalkması otomatik olarak çoğulcu bir siyaset ortaya çıkarmayacağı gibi, buna uygun siyasi bir ortam da ortaya çıkarmayacaktır. Mevcut güvenlik odaklı uluslararası sistemin varlığından da güç alarak bürokrasinin kontrolündeki otoriter-elitist siyaset hiç olmadığı kadar güç kazanacak ve siyaseti domine edecektir. Post-politik siyasi hayallere dalan bu cenah otoriter bir siyaset gerçeğine uyanabilir.
HDP’ye destek veren Kürt seçmenler açısından da benzer bir sorundan bahsedebiliriz. Bürokratik vesayetin geri gelişi 16 yılda elde edilen tüm hakların kaybedilmesiyle sonuçlanabilir. 16 yıllık geriye gidişin doğurduğu intikam hırsı ve PKK tehdidinin akut bir hal almış olmasıyla Kürt sosyolojisi üzerinde eskisinden çok daha baskıcı bir bürokratik vesayet düzeninin ortaya çıkmamasının bir garantisi var mıdır? Büyük güçlerle yeni rejim anlaşarak Kürt varlığını ezmeye girişebilir. ABD başta olmak üzere büyük güçlerin PKK’ya sunduğu koşulsuz desteğin Cum-hur İttifakı liderliğindeki Türkiye’nin bölgeye yönelik nüfuz politikasını engelleme amacının bir sonucu olduğu unutulmamalıdır. Ülkenin başında Cumhur İttifakı olmadığında PKK’nın alan kazanmasına da, Kürdistan güzellemelerine de gerek kalmayabilir.
Sonuç itibariyle, 31 Mart seçimleri 16 yıllık demokrasi ve otonomi odaklı siyasi mücadele bağlamından ayrı düşünülemez. Muhalefet bu bağlam içerisinde hareket etmekle birlikte iz-lediği siyasetsizleştirme stratejiyle bunu gizlemeye çalışmaktadır. Muhalefeti oluşturan bileşenlerin Cumhur İttifakı’nı geriletmek gibi ortak bir amacı olsa da çok ciddi iç çelişkileri bulunmakta-dır. Cumhur İttifakı’nın önümüzdeki kampanya sürecinde bu çelişkilerin üzerine gitmesini beklemek gerekir.
[Star, 9 Şubat 2019]