Kuzey Kore’nin yeniden Japonya üzerinden açık denize bir füze denemesi gerçekleştirmesi ve sonrasında ABD ve müttefiklerinden gelen tepkiler Uzak Doğu’da gerilimin daha da tırmanmasına yol açtı. Japonya açısından bakıldığında bu deneme, nükleer silahlara sahip Kuzey Kore’nin istediği anda Tokyo ve diğer şehirleri vurabileceği anlamına geliyor. ABD’nin müttefiki olmanın bedeli nükleer bir saldırıya maruz kalmak olabilir. Aynı tehdit Güney Kore için de geçerli.
Kuzey Kore’nin nükleer silahlanması çerçevesinde yaşanan sorun sadece Uzak Doğu değil bütün dünya açısından büyük bir tehlikeye işaret ediyor. Zira bu sorun dünyanın en büyük üç ekonomisine sahip olan ABD, Çin ve Japonya’yı karşı karşıya getiriyor. Bu üç ülkenin yıllık ekonomik üretimi (Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla-GSYH) bütün dünyanın yaklaşık yarısını oluşturuyor.
Kuzey Kore ile ilişkileri yüzünden Batı medyasında sık sık eleştirilen Rusya’nın da soruna dâhil edilmesiyle dünyanın en büyük üç askerî gücünün de Kuzey Kore sorununun taraflarını oluşturduğu görülür. 2016 yılı rakamlarına göre toplam 902 milyar dolarlık askerî harcamayla dünyadaki toplam askerî harcamaların yarıdan fazlasını gerçekleştiren ABD, Çin ve Rusya aynı zamanda nükleer silahlanma açısından da dünyanın en büyük ülkelerini oluşturuyor.
Yani, Kuzey Kore sorunu nedeniyle Uzak Doğu’da başlayacak bir çatışmanın ekonomik ve askerî açıdan dünyanın en büyük güçleri olan ABD, Çin, Rusya ve Japonya’yı içine çekme ihtimali yüksektir. Böyle bir çatışmanın da sadece Uzak Doğu ile sınırlı kalmayacağı ve bütün dünyayı etkileyecek sonuçları olacağı açıktır.
Peki, bütün bu ülkeleri içine çekecek böyle bir savaşın çıkma ihtimali nedir?
Bu, daha çok Kuzey Kore, ABD ve Çin yönetimlerinin tavrına bağlıdır.
Soğuk Savaş döneminin başında ABD, Rusya ve Çin arasındaki mücadelenin Uzak Doğu’daki yansımasının bir sonucu olarak Kore Savaşı’nın yaşandığı ve bu ülkenin Kuzey ve Güney olmak üzere bu savaşın bir sonucu olarak ikiye bölündüğünü hatırlarsak, son gerginliğin Kuzey Kore ile ABD ve bölgedeki müttefikleriyle sınırlı olmadığı daha iyi anlaşılır. Washington’un, Rusya ve Çin’i sınırlandırmak için kurduğu küresel ittifak ağına Güney Kore, Japonya ve Tayvan’ı katması karşılığında Kuzey Kore de Moskova ve Pekin’in müttefiki olmuştu.
Zamanla Rusya’nın gerilemesi ve Çin’in öne çıkması Pyongyang’ı daha çok Pekin eksenine oturttu. Bölgesel mücadelede kendi parçası olarak gördüğü Tayvan’ı topraklarına katmayı daha çok önemseyen Çin yönetimi, Kuzey Kore konusunda ABD ile doğrudan karşı karşıya gelmek istemiyor. Ancak Washington yönetiminin Tayvan konusunda daha tavizkâr davranmasını sağlamak ve Uzak Doğu’daki üstünlük mücadelesinde kendisini rahatsız edecek adımlar atmasını önlemek için Kuzey Kore’nin faydalı bir araç olduğunu da düşündüğü için bu ülkeyi ABD’nin karşısında yalnız bırakmak da istemeyecektir. Kendisinin doğrudan yapamayacağı tehditleri ABD ve bölgedeki müttefiklerine Kuzey Kore aracılığıyla yapabilmesi Pekin için çok değerli bir imkân sonuçta.
Gerilimin sınırlı düzeyde tutulabilmesi meselesi ise Pekin’in Pyongyang yönetimi üzerindeki etkisinin ne düzeyde olduğuyla yakından ilgilidir. Eğer Kim Jong-Un yönetimi, nükleer silahlara sahip olmanın da verdiği güven ve cesaretle Pekin’in kendisine çizdiği sınırların dışına çıkabiliyorsa, gerginliğin sıcak çatışmaya dönüşme ihtimali oldukça yüksektir. Ancak bu durumda Pasifik’in öte yakasındaki ülkenin başındaki Donald Trump’ın ne kadar rasyonel davranıp davranmayacağı da süreç açısından belirleyici olacaktır.
Pekin’in kontrolü dışında bir Kim Jong-Un ile Amerikan derin devletinin kontrolü dışındaki bir Donald Trump gerçekten de Uzak Doğu’da bütün dünyayı felakete sürükleyecek bir savaşın fitilini birlikte ateşleyebilirler.
İşte bu noktada şu soru önem kazanıyor:
Kim Jong-Un ve Donald Trump ne kadar bağımsız hareket edebiliyor?
 [Türkiye Gazetesi, 2 Eylül 2017].