Modern Mısır tarihini iki güç sembolü olan sokaklar ve saraylar üzerinden okumak olayları basitleştirmek gibi görünse de aslında olayın özünü görmemizi kolaylaştıracaktır. Mısır'ın iki temel siyasi aktörü olan asker ve İhvan bu semboller üzerinden güçlerini derinleştirmiş ve meşrulaştırmışlardır. Nasır döneminden itibaren, askerler sarayları kontrol ederken, siyasal anlamda dışlanan İhvan sokak ve meydanların gerçek sahibi konumundadır. 25 Ocak devrimi sonrası demokrasinin önünün açılmasıyla birlikte modern Mısır tarihinde ilk defa sokak ve meydanların saraylara hakim olduğu/olabileceği bir sürece kapı aralanmıştı. 3 Temmuz'da yaşanan darbe, bu süreci sona erdirerek, alınan dış desteğin de yardımıyla askerlerin kanlı bir şekilde hem saraylara hem de meydanlara tekrar hâkim olma isteğinin tezahürü olmuştu.
25 Ocak sürecinin en önemli dinamiği, korku duvarını yıkan Mısır halkının meydanları kolay teslim etmeyecek olmasıdır. İşte sırf bu yüzden, Ramazan'a ve sıcak havaya rağmen, İhvan ve demokrasi taraftarlarının darbeye karşı meydanlardaki onurlu direnişi, hem askerlere artık hiç birşeyin eskisi gibi olmayacağını göstermiş hem de bu direniş karşısında acziyet içinde kalan askeri rejimin kimyasını bozmuştur. Mısır'da yaşanan 14 Ağustos katliamı, darbecilerin düştüğü derin acziyeti gösterdiği gibi kitlelerin direnişi karşısında siyaset üretemeyen askerlerin eski yöntemlere dönüşünü de göstermektedir.
DARBE VE KATLİAMIN BIRAKTIĞI MİRAS
Bu hafta tarihinin en kanlı günlerinden birisini yaşayan Mısır'ı bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Yaklaşık iki binden fazla insanın hayatını kaybettiği bu katliam, Arap Baharı'nın en kilit ülkesiyle alakalı yeniden değerlendirmeler yapmamızı da zorunlu kılmaktadır. Bunların başında da herkesin konuştuğu üzere, devrim sonrası oluşan demokratik dönüşüm havasının sona erdiği ya da anlamsızlaştığı gelir. Bugün artık Mısır siyaseti demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi değer merkezli bir bağlama değil, güç merkezli bir eksene kaymıştır. Bu durumun sadece siyasal anlamda değil, sosyal ve toplumsal tabanda da yansımaları olmaktadır. Özellikle darbecilerin direnişi bitirerek iktidarlarını tahkim adına başvurdukları şiddet, demokrasi taraftarları ve darbeciler arasındaki toplumsal kutuplaşmayı daha da derinleştirmiştir. Bu durum hem ülkedeki sorunların çözümünü daha da zorlaştırmakta hem de sosyal barışa ciddi şekilde zarar vermektedir.
Yaşananların gösterdiği bir diğer nokta, 3 Temmuz'da darbe ile başlayan ve katliamla devam eden sürecin artık "değer" merkezli bir uluslararası toplumun ölümünü ilan etmesidir. Batılı devletlerin üstlendiği demokrasi şampiyonluğu, insan haklarına yaptığı atıflar ve propagandasını yaptığı değerler, anlaşılıyor ki, sıra Ortadoğu ve İslami eğilimli aktörlere gelince anlamını yitirmektedir. Batı olaylara "güç" ve çıkar merkezli baktığını gizleme gereği bile hissetmemektedir. Bu aslında demokratik değerlerin ve insan haklarının etki gücünün arttığını düşündüğümüz 21. yüzyıl'da aslında ciddi bir omurga kaybının işaretidir.
Uluslararası toplum değer merkezli bir şekilde olaylara yaklaşsa bu kadar insanın ölümüyle sonuçlanan katliamların önüne geçilebilirdi. Batının darbenin başından beri sürdürdüğü tarafgir tutum, sonraki günlerde üstlendiği arabuluculuk çabalarını zaafa uğratmıştır. Maalesef batının öncülüğündeki arabuluculuk çabaları derinleşen krize bir çözüm bulmak değil, aksine Müslüman Kardeşler'e darbeyi kabul ettirmek ve hiç birşey olmamış gibi sü