Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın krizin seyrinde aldığı pozisyonun tonu, iki ülke arasındaki diplomatik temasların krizin en hararetli noktasında devam etmesi, Amerikan Başkanı Trump’ın tırmandırma siyasetinden vazgeçmesi ve en nihayetinde bir Türk heyetinin krizi aşmak için Washington’da yaptığı temaslar, Brunson meselesinin aşılması noktasında iki tarafta da bir beklenti ortaya çıkardı. Muhtemelen, Brunson krizi yakın bir zaman diliminde aşılmış olacak. Ancak Türk-Amerikan ilişkilerinde bir süredir yaşanan derin çatlağın kapatılması için tarafların çok daha fazla çaba sarf etmesi gerekecek.
Bunun için yapılması gereken ilk işlerden biri, ilişkileri gerçekçi bir zeminde yeniden tanımlayarak, kısa ve orta vadedeki beklentilerin yüksek tutulmaması, önemli bir kriter olarak ön plana çıkıyor. Bu nedenle Türk-Amerikan ilişkilerinde içi hiçbir zaman tam olarak doldurulamamış “stratejik ortaklık”, “model ortaklık” ya da “müttefiklik” gibi kavramların bundan sonraki dönemde tercih edilmesinden kaçınılarak, ilişkileri baskıya maruz bırakan küresel, bölgesel ve iç değişkenlerin gerçekçi bir şekilde yeniden analizine ihtiyaç var. Bu bir bütün olarak Türk dış politikasının uzun vadeli stratejik planlarının ve vizyonunun da yeniden hesaplanmasını zorunlu kılmaktadır.
Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan sorunlar, şayet müstakil bir şekilde kendi bağlamında ele alınırsa, ne ikili ilişkilerde gerçekçi bir tahlil mümkün olabilir ne de Türkiye’nin uzun vadeli dış politika stratejisi sağlıklı oluşturulabilir. Bu aşamada, her iki tarafın da ilişkilerde gelinen noktada sağlıklı bir hasar tespit çalışması yapması gerekmektedir. Daha sonrasında ise Türk-Amerikan ilişkilerinde karşılaşılması muhtemel yakın vadeli sorunların bir listesinin yapılarak, karşılıklı olarak nelerin yapılıp nelerin yapılamayacağının açık bir şekilde ortaya konulmasına ihtiyaç vardır. Şayet yapılabilecekler yapılamayacaklardan daha fazla ise Türk-Amerikan ilişkilerine dair gerçekçi bir ilişki modeli kurulabilir. Eğer tersi bir durum söz konusu olursa ikili ilişkilerde tamir edilmesi çok daha zor olan yapısal sonuçlar ortaya çıkabilir.
Karşılıklı güven bunalımı
Hasar tespitine dair iki tarafın da üzerinde düşünmesi gereken en önemli husus karşılıklı güven bunalımıdır. Devletler arasında güvensizlik, uluslararası ilişkilerin tarihi en eski kurallarından biridir. Devletler genellikle birbirlerine güvenmezler. Çünkü bir devlet diğer devletin niyetinin iyi olup olmadığından hiçbir zaman emin değildir. Türk-Amerikan ilişkilerinde güven problemine neden olan birçok konu saymak mümkündür. Bunlardan en önemlisi ve belki aşılması pek mümkün görünmeyen konuların başında, ABD’nin (bu her zaman bütün devlete teşmil edilemez) 15 Temmuz darbe kalkışmasına dair rolünün ne olduğu gelmektedir. Türk kamuoyunun bu konuya dair bakışının pek olumlu olduğunu söylemek mümkün değil. Bununla birlikte, 15 Temmuz terör saldırısının doğrudan emrini veren FETÖ lideri Gülen’in, ABD’de rahat bir şekilde hayatını devam ettirmesi, örgüt üyelerinin ise ABD’yi kendilerine güvenli ülke olarak görmeleri, bu soruların meşru olduğuna delalettir. Güven problemi bununla da sınırlı değil. Obama ve Trump yönetimlerinin DEAŞ ile mücadele gerekçesiyle PKK’nın Suriye kolu olan PYD-YPG’ye yönelik desteği güven problemini daha da derinleştiriyor. Ankara, ABD’nin Suriye’de PYD-YPG’ye daha fazla alan açmak suretiyle Türkiye’nin ulusal güvenliğinin altını oyduğunu düşünüyor. Öte yandan, ABD’nin Türk üst yöneticilerini alıkoyarak yargılaması, Türk bankalarına ceza kesmesi, Türkiye aleyhine uluslararası finans kuruluşlarında politika yürütüleceğine dair yaptırım sürecini başlatması güven bunalımını daha da üst bir noktaya taşımakta.
İkili ilişkilerdeki güven bunalımı tek taraflı da değil. Amerikan yönetimi de Türkiye’nin “güvenilir bir müttefik” olmadığını artık daha yüksek sesle dile getirmektedir. Washington’dan bakınca resim daha farklı bir şekilde yorumlanmaktadır. Türkiye, İran konusunda Amerikan stratejisine eklemlenmeyen, Rusya ile askeri ve siyasi düzeyde Amerikan menzilinin dışına çıkan, Trump yönetiminin İsrail politikasını sert bir şekilde eleştiren ve ifşa eden bir devlet olarak kodlanıyor. Dolayısıyla güven bunalımı karşılıklıdır.
Hasar tespitine dair ikinci konu ise güven bunalımının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye ile ABD arasında küresel meselelerin ele alınmasında ciddi farklılıklar söz konusu. Ankara, bir taraftan ABD merkezli uluslararası düzenin mevcut yapısının değişmesi gerektiği yönünde politikalar izlerken, diğer taraftan da Trump yönetiminin mevcut küresel politikalarının, uluslararası düzeni daha fazla krize soktuğunu düşünüyor. Türkiye, Türk-Amerikan ilişkilerindeki dengesizliği aşmak için daha özerk küresel ve bölgesel politikalar geliştirme arayışında. Türkiye, ABD’nin uluslararası sistemdeki en önemli rakipleri olan Rusya ve Çin ile siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda “alternatif ilişki” modeli geliştirmeye çalışırken, yükselen güçlerle ilişkilerini, Amerikan merkezli uluslararası sistemi dengelemek için bir fırsat olarak kullanmakta.
Dış ve güvenlik politikalarının harmonizasyonu
İkili ilişkilerde yaşanan konjonktürel krizler aşılsa bile güven bunalımına kaynaklık eden dış ve güvenlik politikalarının karşılıklı olarak yakın vadede uyumlaştırılması, Türk-Amerikan ilişkilerinin yeniden rayına oturtulabilmesi için oldukça önemli. Ancak bu durumun ne derece gerçekleştirilebilir olduğu tartışmalı görünmektedir. Yakın vadede tarafların üzerinde düşünmesi gereken ilk konulardan biri, Türkiye’nin terörle mücadele politikasıdır. Ankara, ABD’nin ulusal güvenliğine ve teritoryal bütünlüğüne tehdit oluşturabilecek herhangi bir dış politika davranışı sergilememektedir. Ancak ABD yönetimi açısından aynı şeyi söylemek pek mümkün görünmemektedir. Burada tarafların üzerinde daha fazla düşünmesi gereken sorunlarının başında, ABD’nin Fırat’ın doğusundaki Suriye topraklarında PKK-PYD varlığına ilişkin politikasını Türkiye ile ne derece uyumlaştırıp uyumlaştıramayacağı gelmektedir. Eğer Washington yönetimi, Türkiye’nin ulusal güvenliğini, toprak bütünlüğünü ve sınır güvenliğini tehlikeye sokacak tercihlerde bulunmaya devam ederse, Türkiye’nin bölgedeki askeri aktivizminin daha sert bir yüzüyle karşılaşabilir. Brunson krizinin aşılmasından hemen sonra, taraflar Münbiç modelinin diğer bölgelerde nasıl uygulanacağı üzerinde daha kapsamlı bir strateji geliştirmek zorundalar. Bu strateji, Suriye krizinin geneline yönelik çözümden de ayrı düşünülmemeli. Dolayısıyla, dış ve güvenlik politikalarının uyumlaştırılması için ABD yönetiminin, Türkiye’nin PKK terörüne yönelik kaygılarını derinleştiren bir tercihte bulunmaktan kaçınması bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.
Suriye’deki PKK sorunu aşılsa bile Brunson krizinden sonra tarafların İsrail konusunda aynı cephede yer alması pek mümkün görünmüyor. Trump yönetiminin İsrail politikasını şekillendiren Washington ve bölge merkezli yeni bir siyasi yapı ortaya çıkmıştır. Washington, İsrail’e Filistin’e yönelik politikası konusunda açık çek veren bir ajandaya sahiptir. Bölgede ise Suudi Arabistan ve Körfez merkezli “Filistin’i terk” politikasının giderek pekiştiği bir döneme girilmiştir. Bu yeni dönemde, Filistin karşıtı bloğun karşısında yer alan tek aktörün Türkiye olduğu anlaşılmaktadır. Bu konunun Türk-Amerikan ilişkilerini doğrudan etkileme potansiyeli bulunmaktadır.
İkili ilişkilerde yakın vadede aşılması daha zor olan konulardan bir diğer ise Türkiye’nin Rusya ile S-400 hava savunma sistemlerinin alımı üzerinde yaptıkları anlaşmadır. Bu Türk-Amerikan ilişkilerinin yanı sıra Türkiye-NATO ilişkilerini de test edecek konuların başında geliyor. ABD yönetimi, S-400’lerin alımı halinde Türkiye’ye yönelik bir dizi başka yaptırımların devreye sokulması konusunda daha ısrarcı davranabilir ve bu durum karşılıklı askeri konularda devam eden kısmi uyumun bozulmasını beraberinde getirebilir. Türkiye’nin S-400 alımından vazgeçmesi pek mümkün görünmemektedir ve Ankara da S-400’lerin kullanımına ilişkin Amerikan yönetimini tatmin eden bir model henüz tam olarak geliştirilebilmiş değildir. Bu alımın ilk sonuçlarından biri Türkiye’nin F-35 savaş uçaklarına erişiminin engellenmesi ya da geciktirilmesi olabilir. Amerikan yönetiminin, Türkiye’nin F-35 programından çıkarılmasını da devreye sokabilecek bir tercihte de bulunması söz konusu olabilir. Bu tercihin maliyetinin her iki taraf için de yüksek olacağı beklense de böylesi bir karar Türk-Amerikan askeri ilişkisini derinden sarsacak bir dizi sonucun ortaya çıkmasını beraberinden getirebilir.
İran'a yönelik yaptırımlar
Taraflar arasında ilişkileri bozma potansiyeli taşıyan yakın vadeli bir başka sorun da Trump yönetiminin İran’a yönelik politikası gelmektedir. Türkiye, İran’ın “bölgesel yayılmacılığına” yönelik eleştirel bir tutum takınsa da Trump yönetiminin, Tahran ile 2015 yılında varılan nükleer anlaşmayı bozarak İran’a yönelik yeni ambargo kararını devreye sokmasından memnun değil. Bu durum Türkiye-İran arasında arttırılma potansiyeli olan ekonomik ticaret hacmini etkileyeceği gibi bölgede yeni bir istikrarsızlık dalgasını tetikleyebilir. İran konusu Türk-Amerikan ilişkilerini diğer konularla karşılaştırıldığında daha az etkileyecektir. Ancak kriz potansiyeli taşıdığının da akılda tutulması gerekir.
Türk-Amerikan ilişkileri, bölgesel ya da küresel ölçekte yapısal bir değişim olmadığı sürece yakın bir gelecekte konjonktürel krizlerin etkisinden kurtulamayabilir. Ancak ilişkilerde köklü bir değişiklik beklemek de doğru değil. Bu geçiş döneminde yapılması gereken, ilişkilerde yapılabileceklerin sınırlarını tespit ederek ortaya çıkacak hasarın maliyetlerini sınırlayabilmektir. Dolayısıyla her iki taraf için de Brunson sonrası Türk-Amerikan ilişkilerinde tarafların bir müddet hasar kontrol politikası izlemeleri gerekecektir. Trump idaresi altında Amerikan yönetiminde tek bir stratejik aklın ikili ilişkilere ve diğer bölgesel konulara yön vermediğinin farkında olunması dikkate alınması gereken ilk hususlardan biridir. Türkiye ikili ilişkilerde bunun farkında olarak hareket etmesi hasar kontrolünün daha sağlıklı yapılmasını sağlayabilir. Bu nedenle, Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan gerilimi, aktör merkezli tek bir nedene indirgemek yerine ilişkilerin karşılıklı dış politika tercihlerinin yapısal sonuçları olduğunu bilerek hareket etmek daha doğru bir yaklaşım olur.
[AA, 9 Ağustos 2018]