Biden yönetiminin Afganistan'dan hızlı bir şekilde çekilmesi ve 20 yıldır mücadele ettiği Taliban'ın günler içinde Kabil'de yönetimi ele geçirmesi ABD'nin bölge ve dünya genelindeki kredibilitesinin sorgulanmasına neden oldu. Ciddi bir başarısızlık olan ABD'nin Afganistan'dan çekilme sürecine hâlâ keramet atfetmeye çalışanlar olsa da ABD'nin güvenilirliğine yönelik bu sorgulama ne ilk ne de son olacak. Zira ABD'nin özellikle Obama dönemiyle birlikte atmaya başladığı bazı adımlar, ABD ile ittifaka giren müttefikleri için artık kaygı verici bir durum haline gelmeye başladı. Eskiden ABD ile girişilen ittifak "dosta güven, düşmana korku" vermekteyken; günümüzde deyim yerindeyse "dosta korku (en iyi ihtimalle kaygı), düşmana güven" verir hale geldi.
İttifakların Amerikan Gücüne Etkisi ABD dünya politikasına angajmanını artırdığı İkinci Dünya Savaşı'ndan itibaren Avrupa ülkeleriyle büyük ölçüde NATO üzerinden; dünyanın diğer bölgelerindeki ülkelerle ise ikili iş birliği anlaşmaları üzerinden ittifak ilişkisi kurmuştu. Bu ittifak mekanizmaları bir yandan Amerikan askeri ve siyasi gücünün muhafazasını ve genişlemesini sağlarken diğer yandan müttefiklere yapılan silah transferleri ve müttefik ülkelerden gelen fonlar Amerikan ekonomisine önemli katkılar sağlamaktaydı. Müttefikler ise ABD'ye verdikleri katkı karşılığında ABD'nin sağladığı güvenlik şemsiyesi sayesinde algıladıkları tehditleri dengeleme yoluna gitmekte ve güvenlik politikalarında önemli bir güvence elde etmekteydi.
Soğuk Savaş sonrasında Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından her ne kadar küresel ve bölgesel güç dengeleri kendi lehine değişse de ABD, NATO ve ikili ilişkiler üzerinden ittifak mekanizmalarını aynı formatla sürdürmeye devam etti. Bu sayede "liderlik" ve "norm üretme" yeteneğini muhafaza edebilen ABD, gerek 1991'de Irak'ın Kuveyt'ten çıkarılması için gerek (gecikmeli de olsa) 1995'te Bosna'ya gerekse 1999'da Kosova'ya müdahale gerçekleştirirken büyük ölçüde kurduğu ve koruduğu ittifak sisteminden yararlandı.
11 Eylül saldırıları ABD'nin daha sert ve agresif bir güvenlik politikası uygulamasına neden oldu ve NATO'nun ünlü 5. maddesi ilk defa işletildi. Nitekim 11 Eylül saldırılarının üzerinden daha bir ay geçmeden Afganistan'da Taliban'a yönelik ABD liderliğindeki NATO operasyonu başladı. Bu operasyon ABD'nin deyimiyle "terörle küresel mücadele" başlığı altında yürütülmekteydi. Ancak 2003'te ABD bu kez müttefiklerinin desteğini aramaksızın hatta karşı çıkışlarına aldırmaksızın Irak'ın işgalini başlattı. Burada ise çeşitli gerekçeler öne sürüldükten sonra Irak'a demokrasi getirileceği iddiası ön plana çıktı ve işgale "Irak'a Özgürlük Operasyonu" adı verildi.
Vietnam Sendromu Hortladı
Aslında Afganistan ve Irak operasyonlarının sonuçları ABD'nin günümüzdeki politikalarının bir anlamda gerekçelerini oluşturmaktadır. Zira planlamada Irak'ın işgalinden itibaren altı ay içinde; Afganistan'dan ise bundan biraz daha uzun bir sürede askeri operasyonların biteceği ve "ulus-inşa" süreçlerinin kısa sürede tamamlanarak iki ülkenin de uluslararası sistemle "uyumlu" aktörlere dönüşeceği var sayılmaktaydı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve ABD Irak'ın işgalinden sekiz yıl sonra; Afganistan'ın işgalinden ise 20 yıl sonra askerlerini çekti. Geride ise idealize edilenden çok uzak kırılgan veya başarısız devletler bıraktı.
ABD'nin bu çekilmelerine çeşitli anlamlar yüklenmeye çalışılsa da aslında durum çok açık. Her iki vakada "Vietnam sendromu" olarak ifade tanımlanabilecek olan bataklığa saplanma ve başarısızlık hissinin hortlaması, ABD'nin bu adımları atmasının temel nedeni. Ancak Vietnam sendromunun pratikte önemli bir etkisi, ABD'nin gücünün ve prestijinin önemli bir ayağı olan ittifak ilişkilerine yansıması.
Nitekim her ne kadar Irak ve Afganistan'dan asker çekme süreçleri ön planda gözükse de aslında Vietnam sendromu ABD'nin özellikle Ortadoğu'da birçok konuda harekete geçmesini engelleyici; harekete geçtiğinde ise yıkıcı etkiler bırakan bir durum oluşturmakta. Örneğin Suriye'de rejimin yüzbinlerce sivili katletmesi karşısında harekete geçmeyip kimyasal silah kullanımını kırmızı çizgi ilan eden ABD, bu kırmızı çizgi aşıldığında yine hareketsiz kalmıştır. Suriye krizinde küresel bir liderlik üstlenmek yerine PKK/PYD'yi yerel partner olarak seçip önemli bir müttefikine rağmen terör örgütüyle iş birliği yapmıştır. Ayrıca Rusya ve İran'ın Suriye'de bu kadar geniş hareket alanı bulmasına neden olmuştur.
Irak'tan çekilmesinin üzerinden üç yıl geçmeden milyarlarca dolar harcanarak oluşturulan Irak ordusu, 2014'te DAEŞ karşısında bir direnç gösteremeyip Musul işgal edilmiş ve ABD Irak'a yeniden asker göndermek zorunda kalmıştır. Mısır'da darbe düzenlendiğinde hareketsiz kalması ve zımni desteği, bölgesel güçlerin mücadelesinde Amerikan etkisini azaltmıştır. Libya konusunda kapsamlı ve net bir politika ortaya koyamaması, Rusya'nın denkleme girmesinin bir diğer nedenidir. İran'a yönelik politikasında ortaya koyduğu zikzaklar İran'ın bölgede daha önce hiç olmadığı kadar nüfuz sahibi olmasına neden olmuştur. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün; nitekim en günceli Afganistan'da yaşanmakta.
ABD İle İttifakı Bir Daha Düşünmek
ABD'nin hareketsizliği veya geç de olsa harekete geçtiğinde ortaya çıkan sonuçlar, Amerikan gücünün erozyona uğradığının önemli birer işareti. Buradan hareketle, ABD'nin son dönem politikalarının dört önemli sonuç ortaya çıkardığı söylenebilir.
Birincisi, ABD bundan sonra müttefiklerini harekete geçirmek için iknada daha çok zorlanacaktır. Zira ABD'nin her attığı yanlış adım ve sonuçları, iş birliği yaptığı aktörlerin hafızasında travmatik etkiler olarak kayda geçmektedir.
İkincisi, ABD ile iş birliğine giden aktörler, bu ittifakı bir kez daha düşünecek, ABD'ye daha az güvenecektir. ABD ile ittifaka giden ve bu ittifaktan belki de en fazla faydalanan aktör olan İsrail'in bile ABD'ye güven konusunda sonsuz kredisi bulunmamaktadır. Bu noktada ABD'yi ikame edici bir aktör bulanlar bunu değerlendirecek; bulamayanlar ise alternatif güvenlik önlemleri almaya çalışacaktır.
Üçüncüsü, özellikle Ortadoğu'da Amerikan nüfuzundaki erozyon devam edecek ve toparlanması giderek daha zor olacaktır. Bu erozyon sonucunda ortaya çıkan ve çıkacak olan jeopolitik boşluklar ise yeni mücadele alanları oluşturacaktır. ABD zaten kendisinin önemli bir payının olduğu bu jeopolitik mücadele alanlarına müdahil olursa, önceki dönemlerden daha az etkili bir aktör olarak rol oynayacaktır.
Son olarak, ABD'nin Asya-Pasifik'e yöneldiği için bu politikaları uyguladığı dile getirilmektedir. Bu bağlamda eğer bu yönelim doğruysa, ABD ile iş birliğine gitmekte olan Tayvan, Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerinin bu iş birliğinden ve sonuçlarından daha fazla kaygı duymaları zamanı gelmiştir.
[Sabah, 21 Ağustos 2021].