Bir isyan hali içindeyiz ve sürekli şu soruyu soruyoruz: Uluslararası toplum neden sessiz?
Gazze’de dünyanın gözleri önünde bunca sivil insan, genç yaşlı, kadın erkek, çoluk çocuk demeden katlediliyor.
İsrail, tüm dünyanın gözleri önünde tam anlamıyla bir “etnik temizlik” yapıyor. İşte tam da bu noktada haykırıyoruz: “Uluslararası toplum, bu katliama nasıl sessiz kalabilir”
Bu cümle, zaman zaman bir eleştiriye, zaman zaman bir sızlanmaya, zaman zaman da bir katarsise hizmet ediyor.
Bugün “uluslararası toplum” diye bir özneden bahsedemeyeceğimiz hepimizin malumu. Fakat, bunu söyleyerek de işin içinden çıkmamız mümkün değil. Zira ortada uluslararası bir suç ortaklığı var ve bu suç ortaklığının gizlenmesinde “uluslararası toplum” fikri, oldukça merkezi bir yerde duruyor.
Bugün kendisine referans verdiğimiz “uluslararası toplum” fikrinin birkaç temel dayanağı var.
1- Modern insanlık fikri.
2- 1945 sonrası oluşan Bretton Woods sistemi. 3 -Soğuk Savaşın bitimiyle gün yüzüne çıkan tek-kutuplu dünya fikri.
4- Malların, insanların, fikirlerin serbest dolaşımı düşüncesine dayalı küreselleşme ütopyası.
“Uluslararası toplum” denen şey, bütün bunların bir bileşkesi. Bir anlamda “uluslararası toplum”, Talcott Parsons’ın “önder toplum” dediği Amerika’nın temsiliyetindeki Batılı modernliğin somut bir icadı.
Tarihsel koşulları, siyasi zemini oldukça belirgin bir keşif.
Bir anlamda bir manipülasyon aracı. Ne zaman bir özneye, ne zaman bir fantaziye dönüşeceği Amerikan dünya sistemince belirlenen bir teknoloji.
* * *
Bugün yeni bir noktadayız.
“Uluslararası toplum” fikri, temel dayanaklarını yitirmiş ve çökmüştür.
Zira, tarihin belirli bir döneminde, belirli bir kültürel coğrafya içinde kendisine yer bulan, sömürgeci bir dünya tasavvurunun sağladığı imkanlar sayesinde geliştirilen Beyaz, Batılı, tek-tip insanlık fikri çökmüştür. Birleşmiş Milletler başta olmak üzere, dünya savaşlarının yarattığı travmayı aşmak, ABD önderliğinde istikrarlı bir uluslararası düzen oluşturmak için kurulan uluslararası kurum ve kuruluşlar işlevini yitirmiştir.
Aynı şekilde, Amerikan dünya egemenliğini sonsuza dek tescilleme iddiasıyla, 1990 sonrasında karşımıza çıkan “tarihin sonu” tezinin bir fantaziden ibaret olduğu görülmüştür.
Ve yine, Batı kapitalizmin geldiği yeni nokta merkeze alınarak üretilen küreselleşme ütopyası, bir yandan yeni küreselleşme modellerince baskılanmış, diğer yandan evrensel bütünleşme söylemleri, dünyanın farklı bölgelerindeki ayrıştırıcı pratikler tarafından geçersiz kılınmıştır.
* * *
Geldiğimiz noktada, yeni bir uluslararası düzen arayışı ile karşı karşıyayız.
Elbette bu düzen arayışında ABD, hala en önemli aktör konumunda.
Obama yönetiminin en büyük imtihanı Clinton dönemindeki “ekonomik emperyalizm” yaklaşımıyla, Bush dönemindeki “askeri emperyalizm” yaklaşımını telif etmek oldu. Obama yönetimi bugün hem 1990’larda, hem 2000’lerde yapılan büyük hataların bedelini ödüyor. 1990’larda her ne olursa olsun İran ve Irak tehditlerini bertaraf etmeliyim diyen ve bunun için Ortadoğu’yu bir Amerikan üssüne çeviren ABD, bunun bedelini 11 Eylül’le ödedi. 11 Eylül’ü askeri güç kullanarak çözmek istedi, karşısında Arap Baharı diye bir süreç buldu. Hiç kuşkusuz dünya düzeni dediğimiz şey, salt büyük güçlerin hesaplarıyla şekillenmiyor. Öyle olsaydı, gerçekten de tarih son bulmuş olurdu.
Bugün, Ortadoğu’da siyasi coğrafyaların değişiminden bahsetmeye başladık. Artık yeni bir Ortadoğu düzeninden ve dolayısıyla yeni bir dünya düzeninden bahsetmek durumundayız. Daha doğrusu düzen arayışından.
Bu sürecin en demode aktörü ise İsrail. Ortadoğu bugün, her şeyden önce İsrail’in “tarih-dışı”lığının ızdırabını yaşıyor. 1990’ların egemen dünya düzeni paradigmasına sıkışan İsrail, bu tarih-dışılığını farkettikçe daha çok zulmediyor.
Bu zulüm karşısında yapılması gereken en son şey, “uluslararası toplum”a referansla konuşmak.
Ne var ki bütün bunlar, evrensel düzlemde mazlumları gözeten bir muhayyileye ve bunun hukukuna riayet eden öznelere ihtiyacımız olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmıyor.
[Akşam, 27 Temmuz 2014]