Fransa’daki protesto gösterileri ve polis şiddeti her geçen gün artıyor.
Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron geri adım atmayacağını söylemişti, ama ülkenin kaosa sürüklendiğini gördüğünde, önce altı ay erteleme kararı aldığı vergilerden artık tamamen vazgeçti.
Fransız Cumhurbaşkanının, ülkesini dünya ile rekabet edebilir bir ülke hâline getirmek için geçen yıldan beri yaptığı diğer reformları da geri alması gerekebilir. Halbuki işçi maliyetlerini ve soysal harcamaları kısmak suretiyle devletin ve özel sektörün sırtındaki yükü azaltıp Fransa’nın ekonomik büyümesini artırmayı hedefliyordu. Zira Fransa’nın son yıllardaki ekonomik büyümesi Avrupa liderliği konusundaki en büyük rakibi Almanya’nın gerisinde kalmıştı.
Macron’un kemer sıkma politikasına yönelmesinin asıl önemli nedeni ise Almanya’nın Avrupa Birliği bütçe disiplini çerçevesinde Paris’e yönelik baskılarıydı. 2008-2009 dünya ekonomik krizinin ardından Avrupa Birliği’nde ayakta kalan tek güçlü ekonomiye sahip olan Almanya, diğer AB ülkelerine olduğu gibi Fransa’ya da AB bürokrasisi üzerinden mali disiplin yönünde baskıda bulundu.
Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi ülkelerin ardından Fransa da kemer sıkma politikaları konusunda Berlin’den gelen baskılara maruz kaldı. Bu baskılar sonucu uygulanan anti-sosyal politikalar Yunanistan’da aşırı sol, İtalya’da ise aşırı sağ partileri iktidara taşıdı. İspanya’da ise aşırı solun (Podemos) güçlenmesi siyasi dengeleri altüst ederek hükûmet kurulmasını zorlaştırdı.
Avrupa’da alışılagelmiş siyasi yapılar çatırdadı ve marjinal hareketler partileşerek iktidara yürüdü.
Atina, Viyana ve Roma’da bugün hükûmeti oluşturan partiler dünün marjinal hareketleriydi.
Ekonomik krizle birlikte yaşanan sorunlar ve bu sorunların çözümü için Brüksel üzerinden Berlin’in dayattığı politikalar özellikle Güney Avrupa halklarında büyük rahatsızlık ve öfkeye yol açtı.
İşte bahsettiğimiz radikal partilerin iktidara yürüyüşü bu öfkenin bir sonucu olarak tezahür etti.
Fransa’da da aslında geçen yıl yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aşırı sağ ve solu temsil eden partiler güçlenmişken, eriyen merkez sağ ve sol partiler, kamuoyu yoklamalarında ancak dördüncü, beşinci sıralarda kendilerine yer buluyorlardı.
AB’nin iki önemli lider ülkesinden biri olan Fransa’nın marjinal partiler tarafından yönetilmesini istemeyen “görünmez bir el” Macron’u AB entegrasyonu ve Fransa’nın kurtuluş umudu olarak öne sürdü. Ardından seçimleri kazanması için kendisine her türlü destek verildi ve aşırı sağcı Marine Le Pen’e karşı ikinci turda seçimleri kazandı.
Bu şekilde Fransa’nın sağ ya da sol popülist hareketlerle yüzleşmesi ertelenmiş oldu.
Ancak Macron’un AB projesinin kurtarıcısı olarak Fransa’nın başına geçmesinde payı olan Almanya’nın, sonrasında onun AB’ye dair reform projelerine destek vermemesi Fransız Cumhurbaşkanını zayıflattı. Bir süre sonra, AB reformlarına liderlik eden bir lider olarak öne çıkma başarısı gösteremeyen Macron, sadece Berlin-Brüksel’in isteğiyle Fransız halkına yeni yükler getiren bir figüre dönüştü.
Bu yüzden Fransızlar artık Macron’u istemiyor.
Yani geçen yıl Macron balonunu şişiren aktörler, onu yüzüstü bırakarak çabuk bir şekilde bu balonun sönmesine yol açtılar.
Bu hem Fransa’nın hem de AB ve Almanya’nın geleceği açısından önemli risklere işaret ediyor.
Macron’un bu türbülanstan aşırı zayıflayarak çıkması ya da iktidarı kaybetmesi, Fransa’da geçen yıl ertelenen aşırı sağ ve sol partilerin iktidarına yeniden kapıyı aralayabilir.
Bu da Avrupa Birliği projesinin sonu anlamına gelecektir. Zira Birleşik Krallık’ın ayrılması, Macaristan, Polonya, İtalya ve Avusturya’da AB karşıtlarının iktidarda olması ya da iktidara ortak olması AB’nin belki bir şekilde tolere edebileceği bir durumdur. Ancak AB fikrinin mimarı Fransa’nın AB karşıtlarının yönetimine girmesi artık sadece Birliğin değil bütün Avrupa’nın geleceği açısından çok radikal değişikliklerin habercisi olacaktır.
Almanya Macron’u yüzüstü bırakarak aslında kendi ayağına kurşun sıktığını ne zaman anlar dersiniz?
[Türkiye, 8 Aralık 2018].