Uluslararası yapılar son dönemde siyasi olarak çalkantılı bir dönemden geçiyor. Pek çok sorunun kriz haline geldiği günümüzde barışın tesisi, korunması ve ekonomik entegrasyon amaçlarıyla kurulan Avrupa Birliği’nin (AB) kriz çözme becerisi de bu süreçte ciddi bir sınavdan geçiyor. Maalesef Birliğin uluslararası düzende gerçekleşen değişimlere ve yeni şartlara adapte olamadığı, pek çok meseleyi yönetemeyerek kriz haline getirdiği görülüyor. Dün başlayan ve bugün devam edecek AB Liderler Zirvesi’nde ele alınacak kriz konularında biri de Türkiye. Zirve geçen Aralık ayında da toplanmış ve Doğu Akdeniz meselesi temelinde Türkiye ile ilişkiler ele alınmıştı. Ancak zirveden Türkiye’ye dair olumlu ya da olumsuz keskin bir tavır yerine, baskıyı sürdürme ve sorunları “erteleme” kararı çıkmıştı. AB’nin “yeni” Türkiye siyasetinin ne olacağı konusunda herkes bugünkü zirveden çıkacak mesajlara odaklanıyor. Fakat AB’nin ortak bir göç, ortak bir Suriye siyaseti olmadığı gibi, ortak bir Türkiye siyasetinin olmadığı da dikkatlerden kaçmamalı.
AB ülkelerinin kendi içinde yaşadığı ayrılıkların faturası, örneğin göç konusunda Suriyeli sığınmacıların canına mal olurken, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) siyasi tutumları da diğer üye ülkelerin Türkiye ile bir kazan-kazan ilişkisine girmesini güçleştiriyor. Özellikle göç konusunda Türkiye gibi yük alan Almanya gibi ülkelerin bu konudaki işbirliği iradesi de bazı üye ülkelerce ipotek altına alınmaya çalışılıyor. Suriyeli sığınmacılar ve Türkiye, AB içindeki bölünmeler ve çatışmaların bedelini ödemek zorunda bırakılıyor. AB’nin göç konusundaki sorumluluklarından kaçması, geçmişte Türkiye’yi -Avrupa kamuoyunu harekete geçirmek amacıyla- sınırların açılması gibi sert önlemler almaya zorlamıştı.
Cenevre Anlaşması’na koyduğu şerh nedeniyle Doğu’dan sığınmacı kabul etmeyen Türkiye, fiili durum itibarıyla Suriyeli, Iraklı, Pakistanlı pek çok göçmeni geçici koruma kapsamında misafir ediyor. Buna mukabil, esasında her bölgeden sığınmacı kabul etmesi gereken AB ülkeleri, bu konuda uluslararası anlaşmaları hiçe sayarak sığınmacıları dışlama siyasetlerini sürdürüyorlar.
Eşit, göz hizasında ilişki
AB’nin yeni bir Türkiye siyaseti oluşturmaktaki “beceriksizliğine” üye ülkeler arasındaki tutum farklılıkları neden olsa da, Avrupa’nın Türkiye’ye dair çelişkili tutumu daha köklü ve yapısal bir sorundan kaynaklanıyor. Bu ise AB’nin Türkiye’yi Soğuk Savaş yıllarından kalma köhne bir yaklaşımla, hâlâ kendi çıkarlarını koruma konusunda işlev gören bir “uzak karakol” olarak değerlendirme yanlışıdır. Avrupa değişen uluslararası dengeler içinde Türkiye’nin yeni bir bölgesel güç olduğu gerçeğini yavaş yavaş kabullenmeye başlasa da eşit, göz hizasında yürütülecek bir ilişkiye henüz yanaşmıyor. Avrupa Türkiye’yle arasındaki eski asimetrik ilişki biçiminde ısrar ediyor.AB-Türkiye ilişkileri günümüzde üyelik müzakerelerinin oluşturduğu çerçeveyi aşmış durumda. Artık reel siyasetin baz alındığı, işbirliği ve çatışma alanlarının ilişkilerin yeni yapısını oluşturduğu görülüyor. Bu noktada AB, bir değerler birliği olduğu iddiasıyla insan hakları, demokrasi gibi sloganlar üzerinden Türkiye’nin hareket alanını daraltmaya, baskılamaya ve kontrol etmeye çalışsa da, artık Avrupa merkeziyetçi gruplar dahi bu söylemi ciddiye almıyor. Zira AB “insan hakları” dediğinde, denizlerde botları Yunan sahil güvenlik ekiplerince batırılan sığınmacılar, “hukuk devleti” vurgusu yaptığında ise sığınmacıların Avrupa’ya geçişini engellemek için keyfi biçimde askıya alınan sığınma hakkı akıllara geliyor. Liberal değerler konusunda AB’nin karnesi o kadar kötü ki Avrupa basınında “Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına beklendiği kadar sert tepki gösteremiyoruz” diye yakınan liberaller olduğu görülüyor. Zira AB, üye ülke Macaristan dahi sözleşmeden çekilmişken Türkiye’ye bu nedenle gösterilecek bir tepkinin ciddiye alınmayacağının farkında.
Türkiye ve AB arasında kilitlenen gündemde bir nebze olarak kalan işbirliği alanları içinde en başta gelenler ekonomik ilişkiler ve göç meselesi. 2016 yılında imzalanan 18 Mart Mutabakatı’nın yenilenmesi için uzun süredir karşılıklı görüşmelerin sürdürüldüğü biliniyor.
Göç ve ekonomik işbirliği
Bu noktada 18 Mart’ta imzalanan mutabakatın yalnızca göçle ilgili olmadığını hatırlatmak gerekir. Göç bu anlaşmanın sadece bir parçasıydı. AB ile Türkiye arasındaki ilişkiler, anlaşmanın imzalandığı dönemde de günümüzde olduğu gibi gergin bir seyir izliyordu. Taraflar bir yandan göç sorununu çözmek için bu anlaşmayı bir fırsat olarak görürken diğer yandan da karşılıklı verilen sözlerle ikili ilişkilerin iyileştirilmesi için bir imkân arıyordu.Anlaşma bu çerçevede Gümrük Birliği’nin revizyonu ve vize serbestisi konularında AB’ye bazı yükümlülükler getiriyordu. Anlaşmayla esasında göç yükünün sorumluluğunun iki taraf arasında paylaşılması planlanmıştı. AB bu süreçte verdiği sözleri tutmadığı gibi, Türkiye’ye (idaresi ve tasarrufu da tamamen kendi uhdesinde olmak kaydıyla) az miktarda bir para desteği sağlamak gibi, kendi açısından oldukça kârlı bir taktik izledi. Türk vatandaşları için söz verilen vize serbestisi asla gerçekleşmedi. Gümrük Birliği revizyonu da yapılmadı. Taahhüt edilen yük paylaşımı gerçekleşmemesine rağmen, Türkiye göçmenleri desteklemeye ve onları misafir etmeye devam etti. Türkiye AB ile göç konusundaki bu ortak tecrübeden derslerini aldı. Ankara bu deneyimler sonucunda anlaşmanın yenilenmesini ve işlemeyen kısımlarının reforme edilmesini istiyor. Zira mevcut sistemin çalışmadığı görülüyor. Söz verilen 3 artı 3 milyar avroluk bütçe göçmenler için tahsis edilmiş olsa da, bu paranın projelere aktarımı, bilinçli olduğunu düşündürecek derecede yavaş işliyor.
AB’nin göçmenlere tahsis edilen fonları tek başına yönetmesi sahada ciddi sorunlara yol açıyor. Türkiye sahasını iyi tanımayan AB aracı kurumları, çoğu zaman gereğinden fazla idari harcama yaparak, paranın esas hedef kitle olan sığınmacılara ulaşmasında sorunlar yaşanmasına neden oluyorlar. Esasında bu kurumların Türk ve Suriyeli STK’ları güçlendirmeleri gerekirken, bu tecrübe aktarımını da yapmayıp tamamen kapalı devre kısır bir bürokrasi içinde hareket ettikleri görülüyor. AB’nin sığınmacılar için tahsis edilen fonları, Katılım Öncesi Mali Yardım Aracı (IPA) kalkınma fonları mantığıyla yönetmeye çalışması süreçleri yavaşlatıyor. Bu nedenle, yenilenecek anlaşmada öncelikli olarak, göçmenler konusunda sorumluluk sahibi Türk kurumlarına bu sorumlulukla doğru orantılı yetkiler verilmeli. Fonların idaresinde Türk kurumları daha fazla rol oynamalı ve para yönetimi ortak yürütülmeli. AB kâğıt üzerinde para tahsisi sağlarken diğer yandan yeni fon aktarmamak için bürokratik yollarla projelerin yavaşlatılması gibi taktikleri terk etmelidir.
Bunun yanı sıra, Türkiye taşıdığı göç yükü nedeniyle vatandaşlarına karşı da sorumluluk taşımakta. Bu nedenle sözleşmede şarta bağlanan Gümrük Birliği revizyonu ve vize serbestisi konularında AB sözlerini tutmalı. Nitekim AB Gümrük Birliği hususunda Türkiye’nin haklı talebine cevap vermek zorunda kaldı. AB Liderler Zirvesi’nden çıkan kararlara göre, Gümrük Birliği’nin revizyonu konusunda yeşil ışık yakılırken vize serbestisi için görüşmelere davet çağrısında bulunuldu. Zirveden çıkan Türkiye kararları incelendiğinde, olumlu bir dil kullanılmasına rağmen, bahsi geçen adımların da şartlara bağlandığı, bu şartlar yerine getirilmezse geri alınabilir oldukları vurgusu dikkat çekiyor. Bu olumlu bir gelişme olmakla birlikte, 18 Mart Mutabakatı’nda olduğu gibi, verilen ancak tutulmayan sözler hatırlandığında, Türk tarafının dikkatli olması gerekiyor. Zira AB Türkiye siyasetinde biraz havuç, biraz sopa mantığıyla, uzun süredir zaman kazanma ve oyalama taktiği yürütüyor.
Göç konusunda gelen desteklerin devam etmesi sözü ve taraflar arasında işbirliği vurgusu ancak pratikte atılacak somut adımlarla ciddiye alınabilir. Örneğin Türkiye’nin (uzun süredir geri dönüş planı çerçevesinde dillendirdiği) Güvenli Bölge Planı AB tarafından siyasi ve lojistik anlamda desteklenmeli ve göçmen fonlarının bu alanlarda kullanılmasının da yolu açılmalı. Göç sorunu Türkiye’de başlamadığı gibi Türkiye’de de bitmeyecektir. Sınırların güvenliği meselesinde gerek terör örgütlerine karşı gerekse yasadışı göç hareketine karşı Avrupa ve Türkiye ortak hareket etmek zorunda. Zira Türkiye’nin sınırları Avrupa’nın doğu sınırlarıdır ve güvenliği tüm AB için hayati öneme sahiptir. Bu nedenle Türkiye’nin kendi sınırlarında ve Suriye’de istikrarın sağlanmasına yönelik yürüttüğü siyasetin desteklenmesi gerekiyor.
Yeni bir Türkiye siyaseti başka bahara
Maalesef Türkiye’nin göç konusunda gösterdiği başarının belli anlatılarla kamuoyunda itibarsızlaştırılmaya çalışıldığı görülüyor. AB içinde bazı çevreler kendi hata ve günahlarının üstünü örtmek için, Türkiye’yi göç politikasını araçsallaştırmak ve Avrupa’ya karşı bir silah olarak kullanmakla suçlamakta. Daha da üzücü olan, Türkiye’de belli grupların, mevcut iktidarı zora sokmak için, siyasi hesaplarla Avrupa’nın bu anlatısını dolaşıma sokma çabalarıdır. Suriye krizinde insani bir tutum takınarak sınırlarını açan Türkiye, daha önce de Amerikan bombardımanından kaçan Iraklılara ve terör örgütü DEAŞ’tan kaçan Kürtlere sınırlarını açmıştır. Türkiye’nin göç siyasetindeki insani tutumu ve yönetme başarısı Avrupa ülkelerini utandıracak seviyededir. Öyle ki Avrupalı siyasetçi ve medya kurumları bir yandan insan hakları konusunda sürekli olarak suçladıkları Türkiye’nin göç konusundaki başarısını ve tutumunu kendi kamuoylarından neredeyse gizlemekte ve yok saymaktalar. Zira insan hakları ve hukuk devleti ilkelerinin Avrupa siyasetini belirlediği söylemi, Avrupa’nın ölümleri pahasına sığınmacıları sınırlarının dışında tutma siyasetiyle çelişiyor. Diğer yandan insan hakları açısından sürekli suçlanan Türk devleti ve Türk toplumunun göç konusundaki insani yaklaşımı da bu suçlamaların siyasi olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Yirmi yedi AB ülkesinin göçmenleri dışlama siyasetinin nedeni siyasidir ve bu siyaset ekonomik nedenlerle açıklanamaz. Zira en çok göçmen kabul eden Türkiye, İran ve Lübnan’ın ekonomik olarak Avrupa’dan daha güçlü olduğu iddia edilemez. Fakat kısmen Almanya hariç tutulacak olursa, AB üyesi ülkelerin ciddi bir siyasi iradesizlik ve beceriksizlikle, sığınmacı meselesini yönetemeyerek bir krize dönüştürdüğü söylenebilir.AB Liderler Zirvesi’nde Türkiye ile işbirliği alanları olarak göç ve ekonomi konularının ön plana çıktığı görülüyor. Fakat bu zirveyle ilgili AB’den “yeni” bir Türkiye siyaseti yahut olumlu veya olumsuz büyük hamleler beklememek gerekir. AB “Türkiye meselesini” yine ertelemeyi tercih etmiştir. Zira Türkiye ile ilişkilerde yaşanan gerilimin nedeni siyasidir. AB tarafınca Türkiye ile zorunlu alanlarda işbirliği yapılırken, Türkiye’de AB’nin çıkarlarının önünde engel olarak görülmeyen bir siyasi irade hakim olana kadar ilişkiler ne koparılacak ne de güçlendirilecektir. AB’nin eski Türkiye siyasetinin başarısız olduğu ortada ve yeni şartlarda yeni bir Türkiye siyasetine ihtiyaç var. Zira AB ana akım siyaset ve medyasının yansıttığının aksine, Türkiye’nin kendi çıkarlarını önceleyen dış siyaseti bir hükümet değil, devlet politikasıdır. Bu nedenle göç ve ekonomi gibi konularda anlaşma sağlansa dahi, Türkiye ve Avrupa geçmişten devraldığı eşit, göz hizasında ilişki sorununu çözmedikçe, ekonomik ve sosyal işbirlikleri gölgede kalacaktır.
AB ve Türkiye gerek sosyal olarak gerekse ekonomik olarak birbiriyle kopmaz ilişkilere sahiptir. Köklü bir geçmişe dayanan bu ilişkilerin istikrarlı bir geleceğe ihtiyacı var. AB-Türkiye ilişkilerinin yönetilmesinde rasyonel bir tutumun ve kazan-kazan mantığının işletilmesi gerekiyor.
Türkiye-AB ilişkileri siyasi olarak istikrarlı bir yapıya kavuşturulmadan, ekonomi ve göç konusundaki işbirliği de güdük kalacaktır. AB Türkiye’nin kendi çıkarlarını koruma konusundaki bağımsız iradesine saygı duymadıkça, ilişkilerin uzun vadede istikrarlı bir işbirliğine dönüşmesi mümkün görünmüyor. Fakat AB’nin şu ana kadar takındığı tutum göz önüne alındığında, Avrupa’dan 2023 öncesi yeni ve büyük bir Türkiye stratejisi beklemenin gerçekçi olmadığı ve AB’nin Türkiye’ye karşı zaman kazanmaya çalıştığını söyleyebiliriz.
[AA, 26 Mart 2021].