Aksa Tufanı Operasyonu'nun İzzeddin el-Kassam Tugayları öncülüğünde başlamasının ardından tüm dünyanın gözü Gazze- Tel Aviv hattına çevrilmişken kulağı da Güney Lübnan'dan gelecek haberlerdeydi. Gazze direnişinin düşman hatlarına büyük kayıp verdiren sızma girişimi, işgal devletinin kendi tarihindeki bir bakıma en büyük travma olarak kayıtlara geçti. Siyonist yönetimin ummadığı bir anda gelen bu saldırı karşısında vereceği orantısız karşılık bilinmekle beraber, en çok merak edilen konu Hizbullah'ın bu süreçte nasıl bir konumlanma alacağına dairdi. Çünkü kuzeyde yeni bir cephenin açılması elbette Tel Aviv için işleri zorlaştıracak ve Gazze'nin yanında Güney Lübnan'dan gelecek olası saldırılarla askeri olmasa dahi siyasi, toplumsal ve ekonomik kırılganlığı artıracaktı.
Hizbullah'ın yıllardır sürdürdüğü İsrail karşıtı söylemin gereğini yerine getirerek Siyonist yönetime karşı Gazze'nin yanında mücadeleye gerçek manada katılması, bölgenin geleceği ve işgal devletinin agresif yayılmacılığının önünde güçlü bir set oluşturmak için oldukça stratejik bir hamle olabilirdi. Lakin Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, 2006 yazındaki savaştan sonra belirlenen angajman kurallarına uygun davranarak hem Tel Aviv'i tam anlamıyla karşısına almama hem de bizzat aktif savaşın içindeyiz algısı oluşturarak meşruiyetini koruma yolunu seçti. Geride kalan yaklaşık bir yıllık süre zarfında, Netanyahu Hükümeti'nin Gazze'den sonra ana hedefin Lübnan'ın güneyi olacağını güçlü bir şekilde işaret etmesine rağmen Nasrallah, sahada dengeleri değiştirecek bir aksiyon almaktansa statükocu bir tavırla "bekle-gör" siyasetinden mümkün mertebe ödün vermeme yolunu benimsedi.
7 Ekim sonrası oluşan yeni atmosferde Netanyahu ve kabinesinin karar alma süreçlerindeki tutumu, Siyonist yönetimin geçmişe nazaran daha farklı bir kodla hareket ettiğini açık bir şekilde gösterdi. Gazze'deki katliamlarla tarihin en büyük soykırımlarından birini, Batılı devletlerin desteği ve uluslararası toplumun eylemsizliğinden cesaret alarak gerçekleştiren Netanyahu, Hizbullah'ı tahrik edici hamlelerini de sert ve kesintisiz bir şekilde sürdürdü. Küresel alanda kaybettiği imajı tazelemek ve Gazze sahasındaki stratejik mağlubiyetinin üzerini örtmek adına yeni düşmanlara ihtiyaç duyan Tel Aviv yönetimi, bu çerçevede Hizbullah'a yıkıcı darbeler vurmaya çalıştı. Özellikle Başkent Beyrut'un Dahiye Bölgesi'nde Hizbullah'ın genel kurmay başkanı olarak tanımlayabileceğimiz en üst düzey askeri ismi Fuad Şükür'ün suikastla öldürülmesi, Netanyahu'nun gerilimi tırmandırmak için her türlü radikal adımı atacağının en somut deliliydi. Hizbullah'ın Beyrut'taki kalbinde yapılan bu saldırı, harekete, tarihinin en büyük meydan okumalarından biri anlamına geliyordu. Şükür'ün cenaze merasimi ve ardından yedinci gün anma töreninde tehditkâr bir dil kullansa dahi, Nasrallah'ın caydırıcı bir irade gösterme konusundaki gönülsüzlüğü, Netanyahu ve ekibinin Lübnan'a yönelik daha ağır darbeler vurmasına kapı araladı.
Siber Saldırılar ve Sahada Değişen Boyut
Geçtiğimiz salı öğle sonrası Lübnan'dan gelen çoklu patlama haberlerinin ajanslar tarafından servis edilmesi, sadece Orta Doğu'da değil aynı zamanda tüm dünyada gündemi bir anda değiştirdi. Yaklaşık 5 bin haberleşme cihazının işgal devleti unsurlarınca patlatılması, savaşın ve istihbaratın değişen doğasına yönelik tartışmaları beraberinde getirirken bir yandan da bu saldırı Hizbullah'ın sahadaki manevra kabiliyeti ve kapasitesine ciddi zarar verici bir mahiyetteydi. Saldırının şekli, zamanlaması ve hedef kitlesi, işgal devletinin uzun süredir böylesine bir eyleme hazırlandığını gözler önüne serdi. Muhtemelen tarihin en başarılı istihbarat operasyonları arasında yerini alacak bu saldırılar, kablosuz teknolojinin yaygınlaşmasından ötürü benzer cihazları kullanan herkeste büyük bir tedirginliğe yol açtı. Saldırının nasıl planlandığı, cihazların ne şekilde patlatıldığı ya da ne tür bir düzenekle bu eylemin gerçekleştirildiği gibi sorular ışığında Siyonist yönetimin operasyonu uzmanlarca farklı varsayımlar üzerinden masaya yatırılsa da saldırı sonucunda ortaya çıkan tablo, Hizbullah için büyük bir felaket niteliğindeydi. Düşman saldırısına karşı ilk üç hatta yer alacak eğitimli savaşçılarının ve önemli saha komutanlarının hayatını kaybettiği yahut ciddi şekilde yaralandığı bu operasyon, bir taraftan Tel Aviv'in Güney Lübnan'ı işgal için saldırganlığın dozunu artırdığının göstergesi diğer taraftan ise Nasrallah'ın mevcut stratejisini ısrarlı bir şekilde devam ettirmesi halinde, hareketin daha büyük ve belki de varoluşsal bedeller ödeyeceğinin habercisiydi.
Salı günkü saldırıların şoku daha atlatılmadan ertesi gün gelen yeni siber saldırı dalgası, Siyonist yönetimin kararlı bir şekilde savaşın odağını Gazze'den Güney Lübnan'a taşımakta olduğunu ortaya koydu. Ülke içinde artan muhalefet dalgasını da bastırmayı hedefleyen Netanyahu, uluslararası toplumda oluşan Gazze hassasiyetini görece baskılamak ve muhaliflerinin argümanlarını zayıflatmak için, son haftalarda Hizbullah kozunu etkin bir şekilde kullanmaya başladı. Saldırıların dozunu bu nedenle artıran Tel Aviv yönetimi, elini güçlendirmek için Hizbullah'ın sahadaki aktif birliklerini ve füze bataryalarını hedef alarak psikolojik üstünlük konusunda büyük bir kazanım elde etti. Bu satırların yazıldığı esnada Dahiye bölgesine yeni bir saldırının düzenlendiği haberleri ajanslar tarafından servis edilmekte ve sahadan gelen bilgiler, hedef alınan şahsın Fuad Şükür'ün yerine gelen en üst düzey askeri sorunlu İbrahim Akil olduğunu işaret etmekteydi. Saldırıda öldürülen kişinin mezkûr isim olması, Siyonist yönetimin Şükür sonrası ikinci büyük suikastı gerçekleştirdiği anlamına gelir ki, bu durum Hizbullah'ın askeri kanadına yeni ve güçlü bir darbe vurmak demektir. Tüm bu gelişmeler, Netanyahu ve ekibinin savaşın sınırlarını genişletme yönündeki ciddiyetinin delili mahiyetindedir. Özellikle de Savunma Bakanı Yoav Gallant'ın birkaç gün önceki demecinde güç merkezinin Gazze'den kuzey sınırına kaydırıldığı ifadesi, Nasrallah'ın tüm bu adımlar karşısında ne yapacağı ve Hizbullah'ı nasıl bir geleceğin beklediği yönündeki soruları akıllara getirmektedir.
Hizbullah'ı Ne Bekliyor?
Hasan Nasrallah, perşembe günü yaptığı konuşmada, geleneksel tarzını koruyarak İsrail'e bedel ödeteceklerini yineledi. "Vereceğimiz cevabı sadece duymayacaksınız, bizzat göreceksiniz" ya da "bu bir savaş ilanıdır" diyerek işgal devletini tehdit etse de ses tonu ve konuşma esnasında kullandığı bir çok kelimenin seçimi, geçmişteki hitaplara nazaran daha düşük bir seviyedeydi. Siyonist yönetimin yaptığı operasyon sonrası büyük darbe yediklerini açıkça belirten Nasrallah, "gerçekçiyiz, kibirli davranmayacağız" vurgusuyla, siber saldırının ne kadar büyük bir zayiata yol açtığını kabul etti. "Lübnan direniş tarihinde benzeri görülmemiş bir saldırıydı" ifadesi ise, Netanyahu ve ekibinin, Hizbullah'ın dengesini ciddi biçimde sarsan bir eylem gerçekleştirdiklerinin kanıtıydı.
Peki, bundan sonra ne olacak kısmına gelindiğinde ise, düğümün ancak ve ancak Nasrallah tarafından çözülebileceği bir denklemin sahada net bir biçimde oluştuğu müşahede edilmektedir. İki taraf arasındaki tırmanan gerilimde, Siyonist yönetimin zihninin netliği ve savaşı Lübnan sınırları içine taşımak için yürütülen stratejiden taviz vermeyeceği, atılan adımlar ve gerçekleştirilen saldırılardan net bir biçimde anlaşılmaktadır. Bu durumda savaşın aktif tarafı olarak dengeleri değiştirme yolunda nihai kararı almak ya da işgal devletinin saldırılarına boyun eğerek kaderine razı olma yolunu seçmek an itibarıyla Nasrallah'ın elindedir. Bugüne kadar medya üzerinden İsrail halkına mesajlar verip hükümetlerini baskılamaları için onları hareketlendirme yolunu seçen Hizbullah, bugün işgal devletinin saldırıları karşısında felç olma yolunda ilerlemektedir. 7 Ekim'den bu yana, Tahran yönetiminin isteksizliği ve işgal devletiyle sürdürdüğü örtülü centilmenlik anlaşmasını bozmamak için savaştan uzak durma tercihi, Hizbullah'ın elini kolunu bağlayan başlıca faktördü. Lakin, gelinen nokta itibarıyla, son birkaç günde yaşananların özeti, Nasrallah'ın bu meseleyi hayatta kalma ya da büyük bir yıkımla yüzleşme zaviyesinden değerlendirme zorunluluğunu doğurmuş bulunmaktadır. Nasrallah tarafından muğlak bir stratejinin devam ettirilmesi ve özellikle de İbrahim Akil ve onunla birlikte bazı önemli komutanların öldürüldüğünün doğrulanması halinde, sahada Hizbullah'ın çok büyük bir sorunla karşılaşacağının emarelerini bünyesinde taşımaktadır.
Hasan Nasrallah, şu üç hususun farkına vararak kendisine bir yol haritası çizmelidir. Öncelikle herhangi bir vekil unsur gibi Nasrallah da İran için sahadaki bir aktördür. Elbette bölgede ya da İran toplumunda bir düzeye kadar karşılığı olsa dahi, Nasrallah'ın suikast ya da başka bir yolla oyun dışına çıkarılması halinde, İran'ın ciddi bir aksiyon almayacağı aşikardır. İkinci olarak Lübnan içindeki bazı gruplar, Hizbullah'a olan öfkeleri nedeniyle bu süreçte işgal devletinin yanında yer alma potansiyeline sahiptir. Ayrıca zayıflayan bir Hizbullah'ın Lübnan siyasetinde eski konumunu muhafaza edemeyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerektir. Nasrallah'ın dikkate alması gereken üçüncü husus ise, Siyonist yönetimin mantığındaki değişimdir. İran ve Hizbullah, bölge siyasetinin dengeleri için geleneksel tavra sadık kalsa da Netanyahu ve kabinesinin şahin kanadının, Yahudi teo-politiğinden ödün vermeden yollarına devam edeceği görülmektedir. Bu bakımdan, Nasrallah sakin kalsa da dahi işgal devletinin savaşı genişletmek adına sarsıcı darbeleri vurmaya devam edeceği bir su götürmez bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Tüm bu parametreler ışığında, göstergeler artık Nasrallah'ın tam savaş kararı almasından başka seçeneğinin kalmadığına işaret etmektedir. Aksi takdirde tarihinde görmediği bir çöküş süreci Hizbullah için kaçınılmaz olacak ve bu durum büyük ihtimalle Nasrallah karşıtı blokun güçlenmesinin önünü açarak yapı içinde bir bölünmeyle sonuçlanacaktır.
[Sabah, 21 Eylül 2024]