Geçtiğimiz hafta Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun görevini bırakacağını açıklamasının ardından bu önemli olayı aydınlatmak için çeşitli iddialar ortaya atıldı. Bazılarına göre bu noktaya gelinmiş olması Davutoğlu ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki ideolojik farklılaşmadan kaynaklanıyordu. Erdoğan daha pratik-gerçekçi bir siyasete sahipken, Davutoğlu’nun aşkın-ahlaki bir siyaset gütmesinin ayrışmayı doğurduğu öne sürüldü. Bir başka iddiaya göre ise Erdoğan ve Davutoğlu arasındaki ayrışmanın nedeni siyasi yönelimlerindeki farklılaşmaydı. Yine, mevcut yönetim sistemindeki çarpıklıktan neşet eden yürütme erkindeki çift-başlılık sorununun cumhurbaşkanı ile başbakan arasındaki ayrışmayı doğuran ana etken olduğu ileri sürüldü. Bu analitik açıklama çabalarının yanı sıra siyasi-normatif anlamlandırma çabalarına da şahit olduk. Bazıları Davutoğlu’nu "vatana ve davaya ihanet etmekle" itham ederken ya da "partisinin işleyişini bozmakla" eleştirirken, bunun karşısında Davutoğlu’na karşı bir "vefasızlık" sergilendiği, "darbe yapıldığı" ya da "biat etmediği için ipinin çekildiği" dillendirildi.
Meseleye yönelik bu siyasi-normatif argümanlar, anlama çabasından öte siyasi pozisyon alma çabasının birer dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Mevcut analitik açıklamalara baktığımızda ise daha farklı sorunlar olduğunu görmekteyiz. Erdoğan-Davutoğlu ikilisi arasındaki ideolojik ayrışmanın varlığını kabul etsek bile bunun böylesi büyük bir ayrışma için bir zemin teşkil edeceği şüphelidir. Kaldı ki, ideolojik ayrışma iddiası, en başından itibaren beraber çalışan ve uyumlu bir ilişki sergileyen ikilinin neden şimdi bir ayrışma yaşadığını açıklama noktasında eksik kalmaktadır. Yine, siyasi yönelimlerdeki farklılaşmanın ikili arasındaki ayrışmayı körüklediği doğruluk payı taşısa da bu iddiaları dillendirenler, bu iki aktörün siyasi yönelimlerinin birbirinden ne şekilde ayrıldığı ve neden şimdi bir ayrışmaya neden olduğu konusunda bizi tatmin edici bir cevaptan mahrum bırakmaktadırlar. Son olarak, yönetim sistemindeki çift-başlılık sorununun, iktidar olgusunun paylaşılmaz doğasının bir sonucu olarak, ikilinin arasının açılmasına zemin hazırladığını ancak kendi başına ayrışmayı açıklayamadığını söylemek zorundayız. Literatürde "cohabitation" olarak adlandırılan iktidarın paylaşılması durumunun mutlaka bir ayrışmayla sonuçlanmadığı, bazı zamanlarda iktidarı paylaşan aktörlerin iyi bir uyum sergilediği de gözden kaçırılmamalıdır. O halde, ayrışma yönetim sistemine atıfla sırf yapısal bir sorun olarak görülemez, aktörlerin eylemlerinin ve tutumlarının da belirleyiciliği söz konusudur. Daha spesifik bir ifadeyle, Davutoğlu "ikinci adam" olmayı kabul etmiş olsaydı ya da Erdoğan Davutoğlu’na daha geniş bir hareket alanı bırakmış olsaydı bu yapısal handikap bir ayrışmayla sonuçlanmayabilirdi. Peki bu ayrışmanın temel nedeni nedir? Bu soruyu cevaplamak için AK Parti siyasetinin genel çerçevesine ve tarihi dönüşümlerine bakmamız gerekmektedir. AK Parti tipik bir siyasi parti olmanın ötesinde Türkiye siyasetinde radikal bir kırılmanın aktörü olarak ortaya çıktı. Tipik bir siyasi parti misyonunu toplumdaki belli değer ve çıkarları siyaset kurumuna taşımakla sınırlandırır. AK Parti ise belli toplumsal değer ve çıkarları siyaset kurumuna taşımanın ötesine giderek siyasi-toplumsal yapının bizzat kendisini dönüştürme hedefi güden bir parti oldu. Bu, yeni bir toplumsal gerçekliğin üretilmesi anlamını taşıyordu. AK Parti siyasetini ayrıcalıklı ve etkin kılan bu gerçeklik, ulus-devlet zemininde gerçekleştiğinden üç boyutlu bir durum -ulusal, bölgesel ve küresel- arzetmekteydi.
AK PARTİ’NİN ‘YENİ SİYASETİ’
Ulusal düzlemde hedef toplumsal alanda etnik, dini ve ideolojik cemaatsel bağlılıkları aşan yeni bir vatandaşlık bağı ortaya koymaktı. Toplumun önemli bir kesimi için anlamını yitirmiş ve içe kapanmaya ya da isyana neden olmuş Kemalist vatandaşlık tanımının yerine ulus-devletin de sınırlarını zorlayacak şekilde medeniyetçi bir çizgide yeni bir vatandaşlık tanımı ve toplum vizyonu ortaya kondu. "Muhafazakar-demokrasi" bunun jenerik ifadesiydi. Bölgesel düzlemde ise, özellikle Ortadoğu ve Balkanlar’da ulus-devlet sınırlarının gevşetilerek öncelikle kısa vadede kültürel ve ekonomik entegrasyon, uzun vadede ise egemenliğin post-Vestfalyan bir şekilde tanımlanacağı siyasi bir düzen hedefi gözetilmekteydi. "Komşularla sıfır sorun" bunun jenerik ifadesiydi. Küresel alanda tek-kutuplu ve tek-medeniyetli bir düzen yerine çok-kutuplu ve çok-medeniyetli çoğulcu bir uluslararası düzen öngörüsü vardı. "Dünya beşten büyüktür" bunun jenerik ifadesiydi.2007 yılında gerçekleştirilen "Cumhuriyet mitingleri" en temelde bu dönüşüm fikrine ve bunun karşısında Kemalist gerçekliğin sönümlenmesine karşı bir tepkiydi. Bu tepki bertaraf edildikten sonra parametreleri çizilen reformist siyaset pratiğe dökülmeye başlandı. Ulusal düzlemde demokratik açılım süreci start aldı. Bu, partinin toplumsal farklılıkları kabul ederek üst bir birliktelik yaratma çabasını, devlet ile toplum arasında uzun süredir yitirilmiş olan anlamlı bir bağın tesis edilmesini kapsıyordu. Bölgesel düzlemde sıfır-sorun siyasetiyle başlayıp Arap Baharı sürecinde demokratikleşme ve reform taleplerine verilen pro-aktif bir siyaset takip edildi. Küresel düzlemde ise medeniyetler ittifakı girişimiyle başlayıp "dünya 5’ten büyüktür" siyasetiyle devam eden eşitlik bir grand strateji izlendi.
Ancak ne yazık ki, ulusal düzlemde Gezi, 6-8 Ekim, 17-25 Aralık ve PKK’nın "devrimci halk ayaklanması" gibi olaylarla toplumsal çatışma öne çıktı. Böylece, AK Parti’nin toplumsal alanda nüfuz alanını genişletmesi ve toplumsal dönüşüm hamlesi durduruldu. Bölgesel alanda reformist güçler ezildi ve sıfır-sorun politikası çöktü. Böylece, bölgesel dönüşüm süreci boğulmuş oldu. Küresel alanda İslam terörle, Türkiye de DAEŞ’le özdeşleştirilerek partinin medeniyetsel farklılık iddiası gayri-meşrulaştırıldı. Böylece, medeniyetsel eşitlenme ve somut olarak bunun küresel meseleler konusunda karar alıcı merci konumdaki uluslararası kurumların yapısına yansımasının önü alınmış oldu.
Bu çok-boyutlu tıkanma sonucunda AK Parti’nin siyasi idealleri büyük yara almış oldu. Dolayısıyla, partinin kendini yeniden üretebilmesi, yani iktidarda kalabilmesi için mevcut gerçekliğe uygun bir şekilde kendini yeniden tanımlaması gerekti. Buna göre, ulusal düzlemde parti kendi cemaatsel sınırlarına çekilerek -"milli ve yerli" bir siyaset bunun somut halidir- daha çatışmacı ve reaksiyoner bir siyaset izleme noktasına geldi. Bölgesel düzlemde dönüşüm perspektifini bir kenara bırakarak statik ve reaktif bir siyasete doğru yol aldı. Küresel düzlemde ise İslamofobi ve emperyalizm söylemleri üzerinden Batı-karşıtı bir siyaset ön plana çıktı. Bu siyasi eğilimlerin toplamı AK Parti’nin "yeni siyaseti"ni ve siyasi ittifak ilişkilerini tanımlamaya başladı.
‘EYLEM ADAMI’ VERSUS ‘DÜŞÜNCE ADAMI’
Başbakanlık koltuğuna oturarak siyasi denklemde çok daha önemli bir konuma gelen Davutoğlu, mevcut siyasi gerçekliği ve buna uygun "yeni siyaseti" kabullenme noktasında ayak diredi. Ulusal düzlemde çatışma yerine uzlaşıyı, bölgesel düzlemde sınırların gerisine çekilmek yerine bölgeye müdahil olmaya devam etmeyi ve küresel düzlemde Batı karşıtlığı yerine iki eşit aktör olarak Batı’yla beraber hareket etmeyi hedefledi. Davutoğlu AK Parti’nin reformist siyasetinin önemli mimarlarındandı ve bu siyasetin ölmesine izin vermek istemedi. İdeallerden geri adımın partiyi geri dönülmez bir yola sokacağını düşündü. Bu aynı zamanda, bir siyasi aktör olarak kendisinin de hem parti hem de ülke siyasetinde geri plana itilmesi anlamını taşıyordu. Yapması gereken partinin reformist siyasetinin mevcut siyasi gerçekler karşısında yeniden nasıl üretileceğine yönelik bir perspektif ortaya koymaktı. Ancak gücün rolünü ve gerçekliği yeterince ciddiye almaması ve değişken dünya karşısında tek bir stratejiye sahip olması, siyasi gerçeklik karşısında onu ezilmekten kurtaramadı. Böylece, dünyaya belli bir mesafe koymak zorunda olan her düşünce adamının pratik dünya karşısındaki makus kaderi bir kez daha tekrarlanmış oldu.Bir eylem adamı olan Erdoğan ise yeni siyasi gerçekliği kavrama ve kabullenme konusunda çok daha istekliydi. AK Parti’nin "yeni siyaseti"nin parametreleri Erdoğan’ın mevcut siyasi gerçeklik karşısındaki güncel tutumunu somutlaştırmaktadır. Gerçekten de, bir homo politicus için aslolan sürekli değişen gerçeklik karşısında birden çok ve farklı stratejilere sahip olmaktır. Eylem adamının esnekliği, fikir adamının katılığı karşısında pratik dünyada her zaman büyük bir avantajdır. Ancak buradan Erdoğan’ın kendisini tamamıyla gerçekliğin kollarına bıraktığı, "güç için güç" peşinde koşan külliyen pragmatist bir aktör olduğu anlamını da çıkaramayız. Erdoğan’ın siyasete karşı tutumu hep "gerçekçi bir idealizm" oldu. Fazilet Partisi’nden ayrılarak AK Parti’yi kurması, partinin görece zayıf olduğu ilk döneminde takip ettiği liberal politikalar, daha sonraki süreçteki güçlenerek medeniyetçi-reformist bir siyaset izlemesi ve son dönemde yaşanan tıkanmayla "milli ve yerli" bir siyasete geçiş bunu ortaya koymaktadır. Kritik olan tüm bu dönemsel değişimler içerisinde bir devamlılığın söz konusu olmasıdır. Gerçekten de, Erdoğan’ın belli konulardaki hassasiyeti hiç değişmemektedir: milli iradenin devlete yansıması anlamında bir demokratikleşmenin gerçekleşmesi ve ülkenin güçlenerek uluslararası alanda saygın bir konuma gelmesi. Bu devamlılığı başkanlık sistemi arzusunda görmek de mümkündür. Başkanlık sistemiyle Erdoğan, ilk etapta partinin ülke siyasetinde kendisine korunaklı bir pozisyon sağlamasını, dış politikada ise dışarıdan müdahalelere ve operasyonlara karşı daha korunaklı hale gelmesini amaçlamaktadır. İkinci etapta ise, partinin ve ülkenin karşı karşıya olduğu mevcut daralma ve kriz atlatıldıktan sonra başkanlık sisteminin ülkenin güçlenmesi ve demokratikleşmesi anlamında bir sıçrama tahtası olacağını öngörmektedir.
Aynen Davutoğlu’nda olduğu gibi, Erdoğan’ın siyaseti için de tehdit gerçeklikle kuracağı sorunlu bir ilişkide yatmaktadır. Gerçekliğe karşı katılık bir sorun olduğu gibi, esneklik de aynı ölçüde bir sorundur. Erdoğan’ın gerçekliğe yönelik esnek tavrının bir handikapa dönüşmemesi için, partinin ideallerinden uzaklaşarak pragmatist bir rant paylaşımı merkezine dönüşmesine yol açmasını engellemesi gerekmektedir. 22 Mayıs’ta yapılacak parti kongresinde -bir kez daha- "dava bilinci"nin vurgulanacak olması bu açıdan manidardır. Unutulmamalıdır ki, gerçekliğin siyasi aktörleri kimliksizleştirerek ezdiği de bir gerçektir.
SONA DOĞRU
O halde Erdoğan-Davutoğlu ayrışması en temelde mevcut siyasi gerçeklik ve yapısal şartlar karşısında farklı tepkiler vermelerinde düğümlendiğini açık yüreklilikle söyleyebiliriz. Dolayısıyla, kongrede partinin başına geçecek olan genel başkan adayının partinin "yeni siyaset"ine uygun bir figür olacağına kesin gözüyle bakılabilir. Lakin Erdoğan’ın varlığı -en azından parti tabanının önemli bir kesimi için- yatıştırıcı bir rol oynasa da, demokratik meşruiyet sorunu yeni seçilecek genel başkan ve başbakanın tepesinde Demokles’in kılıcı gibi durmadan sallanacaktır. Daha şimdiden muhalefetin bu sorunu kaşıdığı gözlemlenmektedir. Muhalefetin önümüzdeki süreçte Cumhurbaşkanı-Başbakan ilişkisini sürekli bir şekilde sorunlaştırarak kamuoyunda partiyi yıpratmaya çalışacağı ve istenen sonuç elde edilirse ülkeyi bir erken seçime zorlayacağını söylemek mümkündür. Muhalefet için yeni anayasa ve başkanlığa geçiş gibi önemli bir kırılmanın eşiğinde bu fırsat köprüden önceki son çıkış anlamı taşımaktadır. Bu bağlamda, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun "başkanlık ancak kan dökülerek gelir" açıklaması bir siyasi basiretsizlik örneği olmanın ötesinde, muhalefetin el yükseltmesi ve gerilimi tırmandırma çabası olarak zikredilebilir.Bu hamlelere karşı, AK Parti cephesinden başkanlığa geçiş sürecinde ortaya çıkacak malum sorunları bertaraf etmek için, "partili Cumhurbaşkanlığı"na geçilmesine yönelik geçici 4-5 maddelik bir anayasal düzenleme üzerinde çalışıldığı yanıtının geldiğini gördük. Bu hamle, muhalefetin kaşıyacağını açık ettiği yaraya geçici bir pansuman yapılması anlamını taşımaktadır. Bu değişikliğin gerçekleşeceğinin ne denli mümkün olduğu bir soru işaretidir. MHP’nin "gerekirse hukuki destek de veririz" gibi muğlak açıklaması buna yönelik olabilir. Ancak MHP’nin bu destek vaadi, yılan hikayesine dönmüş durumdaki olağanüstü kurultay sürecinin nasıl gelişeceğine bağlıdır.
Netice itibariyle, başkanlığa geçiş sürecinin uzamasının AK Parti’yi sürekli olarak bir saldırı altında bırakacağını ve yıpratacağını kestirmek zor değil. Hareketin kaderinin başkanlığa bağlanmış olması büyük bir handikap olarak gözükmesine rağmen bunun aynı zamanda yönetim sisteminin değişimi için gerekli olan enerjiyi sunacak yegane yol olduğunu da teslim etmemiz gerekiyor. Erdoğan’ın siyaset tarzı da bunu gerektirmektedir: darboğazlar yaratak siyasi gerçekliği değiştirecek toplumsal enerjiyi ve itici gücü yaratmak ve ilerlemeye devam etmek.
[Star Açık Görüş, 15 Mayıs 2016].