Her ne kadar seçim süreci tansiyonu yüksek bir ortamda geçse de, Türkiye, demokratik bir ortamda seçimini yapmaktadır. Ancak, özellikle 1950'den itibaren bazı seçim sonuçlarından memnun olmayan kitleler, daha çok demokratikleşmeyi talep etme yerine, seçimleri kazanan toplumsal gruplara ve siyasal aktörlere karşı "öfke" duymayı tercih etti. İstenmeyen sonuç ortaya çıktığında, bunu ortaya çıkaran seçmen kitlesi homojen bir toplum olarak "siyaseten bilinçsiz" olarak tanımlandı. Bunun karşısındaki kitle ise, farklılaştırılarak "neyin iyi olduğunu" bilen kitleler olarak konumlandırıldı.
Dışlama ve halkı suçlama üzerinden siyasal alanı inşa eden bu zihin yapısı, ideolojik olarak kurmuş olduğu söylem üstünlüğünü devam ettirmek için toplumsal hafızayı, bilgi üretme tekelinin de sağladığı imkânla şekillendirme yolunu tercih etti. Kimlikleri tanımlama ve ardından makbul kimliğin yüceltilmesi üzerine inşa edilen bu süreç, çeşitli siyasal söylemlerle ve gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışıldı.
Ancak AK Parti iktidarıyla birlikte, daha önceden şekillenen toplumsal hafızanın yapı bozumuna uğratılması bu grupların söylem üstünlüğünü zedeledi. "Endişeli modernler", gibi kavramsallaştırmalarla "korku söylemi" üzerinden toplumsal alan yeniden mobilize edilmeye çalışıldı. Aslında "beyaz Türkler"in bu korku ve endişesinin altı kazındığında ortaya çıkan, kendi yaşam tarzlarının yasaklanmasından daha çok, bir ayrıcalık olarak gördükleri yaşam alanlarının sıradanlaşmasıydı. Buna paralel olarak kendi ötekisinin yaşam alanının değerli olduğunun ortaya çıkması da endişeyi artıran etkendi.
"Beyaz Türkler"in ürettiği bu dil, entelektüel tartışmalara bir katkı sağlasa da siyasal alanın inşasında bir karşılık bulamadı. "Ekonomide yaşanacak bir krize", "Suriye ile çıkacak bir savaşa" umut bağlayan "beyaz Türkler"in beklentisi burada da gerçekleşmedi. Hatta siyasette halk desteği üzerine şekillenen güçlü iktidar yapısı, zayıflamaktan daha çok gittikçe desteğini artırdı.
Ancak, kent muhalefeti üzerinden şekillenen Gezi Parkı eylemlerinde ortaya çıkan toplumsal mobilizasyon, "beyaz Türkler"e yeni bir umut vaat etti. Özellikle kaybetme duygusu ve ardından oluşan huzursuzlukla birlikte, bu eylemlerin gittikçe büyümesi "beyaz Türkler"e bir zafer duygusu kazandırdı. Diğer taraftan Gezi eylemlerinin "geçici bir birliktelik" olma ihtimali endişelerin yaşanmasına sebep oldu. Seçime kadar bu birlikteliğin devam etmesi için yapılacak olan, ortaya çıkan öfkenin canlı tutulmasıydı.
Bu öfkenin canlı tutulabilmesi için, Erdoğan üzerinden "korku imparatorluğu kurmak" gibi iddialar devreye sokularak, örneğin Erdoğan'ın konuşmaları bu gerginliği artıran bir unsur olarak sürekli gündemde tutuldu. Ardından da Erdoğan'ın kutuplaştırmayı siyaseten sonuç almanın bir yöntemi olarak kullandığı özellikle dile getirildi.
Hâlbuki burada gözden kaçan husus, "beyaz Türkler"in bugün kullandığı dilin de düşmanlaştırmaya hizmet ettiği gerçeğidir. Örneğin Ertuğrul Özkök'ün "Bir Beyaz Türk'ün Hafıza Defteri" isimli son kitabında "Tayyip Erdoğan'ın yakasına yapışmak"tan bahsetmesi, öfke dilinin geldiği boyutu göstermesi açısından önem arz etmektedir. Çıkış yolu olarak Türkiye toplumunun "melezleşme"si gerektiğini ileri süren bir yazarın, tüm yazı ve konuşmalarına bakıldığında öfke dilinin en üst perdede kullanıldığı aşikârdır. Özkök'ün kurduğu bu dil, her ne kadar siyasal bir liderlik üzerinden dile getirilse de, lidere yönelik her öfkenin aslında liderin davranışlarını onaylayan halka yönelik olduğu da bir gerçekliktir.
Seçim sonuçları, "beyaz Türkler" açısından istenen sonucu ortaya çıkarmadığı durumda yine halkı bilinçsizlikle suçlayan değerlendirmeler medya ve sosyal ağlarda bolca dile getirilecektir. Ancak, netice ne olursa olsun, ortaya çıkan seçim sonucu, halkın irfanını ve tercihini yansıtacaktır. Ayrıca tüm krizlere rağmen seçimlerin demokratik bir ortamda yapılması, Türkiye'de halkın demokrasiye sahip çıkmasının da bir göstergesidir.
[Sabah Perspektif, 29 Mart Cumartesi]