Son günlerde resmiyet kazanmış olmasa da ABD Başkanı seçilen Joe Biden dünya liderlerinin tebriklerini kabulünde ABD’nin dünya siyasetine geri döndüğü mesajını vermeyi de ihmal etmemiştir. Biden’ın geçiş ekibi, yeni Başkan’ın yönetilemez hal almış, ciddi bir kaosa dönüşmüş Covid-19 ve küresel ısınma ile mücadelede Avrupa ile birlikte hareket etmeyi istediğini vurgulayarak, Avrupa’nın önemli ülkeleri konumunda bulunan İngiltere, Almanya ve Fransa ile Trump’ın aksine kendi yönetimlerinde ABD’nin Avrupa ile daha geniş kapsamlı işbirliği düzleminde bir ajandasının olacağının sinyallerini vermiştir.
Sembolik bir söylem mi?
Biden özellikle Almanya Başbakanı Angela Merkel, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve İngiltere Başbakanı Boris Johnson ile telefon görüşmesinin ardından ABD’nin dış ve güvenlik politikasında çok taraflılık (multilateralizm) açılımına bu üç ülke üzerinden vurgu yapmıştır. Bunun sembolik söylemin ötesinde bir anlam taşıyıp taşımadığı Biden’in ilk üç ay başkanlık döneminde ortaya koyacağı icraatların sonunda belli olacaktır.
Hatırlatmakta fayda var, ABD’nin Avrupa’dan askeri ve ekonomik boyutları ile peyderpey çekilmesi Trump hükümeti dönemi ile sınırlı bir gelişme değildir. Nitekim Obama döneminde ABD pasifik kimliğini gittikçe güçlendirerek Avrupa ile 2. Dünya Savaşı‘ndan sonra geliştirdiği transatlantik bağını zayıflatmıştır. Altı çizilmesi gereken husus ise Obama hükümetinde Biden Başkan yardımcısı olarak görevde bulunmuş ve bu “Pasifikleşme“ sürecini de kısmen yönetmiştir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin son 10 yıllık zaman diliminde askeri ve ekonomik bağlamda hızla küresel güce dönüşmesi ABD‘yi Pasifik bölgesine yönlendirmeye zorlamıştır. Artık ABD Çin ile kıyasıya küresel liderlik rekabetine odaklanmış bulunmaktadır. Trump hükümetine ise ABD’yi jeostratejik boyutuyla kavga, gürültü ve sosyal medya üzerinden yersiz meydan okumalar eşliğinde Avrupa kıtasına daha da yabancılaştırma rolü düşmüştür.
Lakin Biden’in Londra, Paris ve Berlin’e vaat ettiği işbirliğinin askeri ve ekonomik boyutları ile geniş kapsamlı olma ihtimali özellikle ekonomik alanda düşüktür. Çünkü Trump, Avrupa ülklerine ve Çin’e uyguladığı gümrük ceza rejimi ile ABD’nin devasa dış ticaret açığını az da olsa azaltmış ve Trump öncesi hükümetlerin döneminde her yıl cari açık artış trendini tersine çevirmiştir. Trump mütemadiyen Çin ve Almanya’yı ülkesine ticari savaş açmakla suçlamış bu ülkelerin lehine cari açığın ABD’ye karşı ticari tahribat anlamına geldiğini iç siyasette popülist söylemlerle rant sağlamak adına kullanmıştır. Biden’ın, Trump’ın sağladığı bu kazanımı kaybetmemek ve Amerikan kamuoyu nezdinde baskıya maruz kalmamak için bilhassa Çin ve Almanya’ya tavizkar davranmayacağı ihtimali kuvvetle muhtemeldir.
Üslup değişir, ya politika?
Bu bağlamda Avrupa Birliği (AB) ve ABD arasında tartışılagelen, ama nihaileştirilemeyen Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) projesi ABD’nin cari açığını olumsuz etkileme riski ile beraberinde tekrar gündeme alınması durumunda müzakerelerin daha da çetin geçmesi beklenebilir. Rakamlara bakıldığında TTIP’nin hem ABD ve hem de AB için önemi ve muhtemel etkileri gözardı edilemeyecek boyutlardadır: Transatlantik pazarında toplamda yıllık 5.5 trilyon dolar ticari satış gerçekleştirilmekte ve sadece bu ticari faaliyetler ile ilgili 15 milyon kişiye istihdam sağlanmaktadır. Satınalma gücü paritesine göre küresel GSMH’nin yüzde 35’ini kapsamakta, dünya ihracatının yüzde 25’i ve dünya ithalatının yüzde 30’unu gerçekleştirmektedir. Doğrudan küresel yabancı yatırımların yüzde 70’i bu bölgeden dışarıya doğru ve küresel yatırım girişlerinin yüzde 57’si de bu bölgelere doğru akmaktadır. Dolayısıyla transatlantik ilişkilerinin ekonomik boyutunda Trump hükümetinin politikalarına nazaran devrimsel nitelikte bir değişim olmaması muhtemeldir, ancak siyaset tarzı ve söylemlerde itham ve hakaretler yerine diplomatik üslup kullanılacaktır.
Biden yönetimi Avrupa’nın kilit ülkeleri olan İngiltere, Almanya ve Fransa ile müzakerelerde karşılıklı fikir ayrılıklarının oluştuğu bazı zorlu meselelerin gündeme gelmesi beklenmektedir:
Rusya’yı önleme stratejisi:
ABD’nin Avrupa ve Avrupa’nın komşu bölgelerinde jeostratejik angajmanını azaltmasından dolayı oluşan nüfuz boşluklarında (Doğu Avrupa, Balkanlar, Kuzey Afrika, Ortadoğu) Rusya’nın devreye girerek belirleyici aktör konumunu Avrupalıların engelleyip istikrara kavuşturmasının ABD tarafından talep edilmesi gündemde olacaktır. Özellikle Almanya üzerinde baskının artacağı tahmin edilebilir. Nitekim Alman-Rus doğal gaz projesi “Kuzey Akım-2“ (Northstream 2) Amerikan yönetimi tarafından siyasi baskıyla (Kongre’nin yaptırım kararı dahil) engellenmeye çalışılmakta. Çatışma ve krizlerin vuku bulduğu Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz meselelerinde Rusya’yı dengeleme politikasını Avrupalılardan beklemek iki sebepten dolayı gerçekçi olmayacaktır: 1) Avrupa’nın askeri kabiliyetinin yetersiz olması. 2) Fransa’nın Rusya ile beraber hareket etmesi (Libya).
NATO’nun güçlendirilmesi:
ABD Avrupalı müttefiklerini NATO bütçesine gerekli desteği sağlamadığı gerekçesiyle eleştirmekte. Nitekim NATO’ya Avrupalı müttefikler, gayri safi milli gelirinin yüzde 2’si oranında katılması şartını yerine getiremiyor. Ayrıca Macron‘un NATO’nun işlevini sorgulayıp beyin ölümünün gerçekleştiğini açıklaması tüm ittifak ülkeleri tarafından kınanmış olsa da dünya kamuoyunda NATO’nun itibarı yara almıştır.
Çin‘e karşı ortak cephe çağrısı:
Biden da Trump gibi Çin’e karşı yürüttüğü jeostratejik mücadele ve ticaret savaşında Avrupa’nın ABD’yi aktif desteklemesini istiyor. ABD hatta bu ortak cephenin adını da koymuş durumda: “Demokrasiler İttifakı”. Bu bağlamda Çin’in yeni İpek Yolu projesine karşı alternatif bir transatlantik insiyatifin gündeme getirilmesi de söz konusu.
Biden yönetiminin Avrupa’dan yukarıda belirtilen taleplerinin yerine getirilmesi ABD’nin karşılığında sunacağı tavizlere bağlı olacaktır. Avrupa’nın beklentisi hiç şüphesiz bu tavizlerin ticari boyutta olmasıdır.
Görünen o ki, Biden yönetimimin öncelikle Avrupa’da muhatap gördüğü ülkeler İngiltere, Almanya ve Fransa. Bu üç ülkenin kendine göre bir dış politika ajandası var ve çoğu alanda birbiriyle örtüşmüyor, hatta birbiriyle yarışıyorlar.
Brexit ile birlikte AB’den ayrılan İngiltere’nin hedefi en kısa zamanda AB ile bir serbest ticaret anlaşması sağlamaktır. Yani AB ile ortak dış ve güvenlik politikasından ziyade ticari çıkarları söz konusudur. Diğer taraftan ABD’nin Avrupa’da geleneksel olarak en yakın müttefiki olduğu da bir gerçektir. İngiltere tek başına AB’ye rağmen kıta Avrupa’sında tek başına oyun kurucu konumunda değildir. Mutlaka Almanya ve/veya Fransa ile beraber hareket etmesi gerekecektier. Almanya‘nın çok taraflı diplomasiye önem veren, normatif kaygıları yüksek ve Avrupa dış ilişkiler ve güvenlik politikalarında çok daha derin bir entegrasyonu destekleyen pozisyonu mevcuttur. Aynı zamanda transatlantik ilişkilerinin güvenlik boyutu bağlamında (NATO) ABD ile farklı alanlarda işbirliğine müsait bir duruş sergilemektedir. Kaldı ki ABD ile ticari ilişkilerin tekrar Trump öncesi konuma gelmesi için çabalayan Alman hükümetinin ABD ile yakın çalışmaya eğilimli olduğu bir gerçektir. Lakin aynı sebeplerden dolayı Almanya’nın Çin’e karşı ABD’nin yanında direkt bir cephe oluşturmaya yanaşıp yanaşmayacağı da büyük soru işaretidir. Ayrıca Almanya, ABD talep ediyor diye Kuzey Akım-2 projesinden vazgeçmeyecektir, üstelik projenin tamamlanmasına çok az zamanın kaldığı bir ortamda.
Büyük Fransa ideali
Fransa’nın ABD açısından ikili ilişkileri yönetilebilecek en zor ülke olduğu tesbiti sürpriz olmayacaktır. Nedeni ise Fransa’nın kendisini küresel alanda kudretli bir jeostratejik aktör konumunda görme vizyonundan kaynaklanmaktadır. Fransa yeni bir dünya düzeni inşa sürecinde uluslararası sistemde yaşanan boşluğu, kurmak istediği “Büyük Fransa” ile doldurarak Batı ile Çin ve Rusya arasında yaşanan güç mücadelesini bir fırsata çervirmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda Fransa geçmişte geleneksel nüfus alanı olan Akdeniz-Afrika-Ortadoğu jeostratejik üçgeninde mevcudiyetini aktif askeri ve siyasi hamlelerle artırma gayretinde olmaya devam edecektir. Bunları yaparken NATO ve hatta AB ile de ters düşmeyi göze almaktadır. Aynı zamanda Almanya ile son yıllarda ikili ilişkilerde daha önce fazla yaşanmamış kontrollü bir gerginlik stratejisi yürüterek Almanya’ya meydan okur bir çıkışla açık bir şekilde Almanya’nın politikalarını eleştirmekten çekinmemektedir.
ABD’nin Avrupa’da askeri güç projeksiyonunu sahada hissettirmedikçe İngiltere, Almanya ve Fransa’dan talepleri doğrultusunda istediğini alabilmesi zor olacaktır. Her halükarda Biden yönetimi Avrupa ile ilişkilerinde makul diplomatik üslubun hakim olduğu bir iletişim ile talep ettiği desteği ancak ticari alanda taviz vererek belli bir düzeye kadar alabilecektir. Diğer taraftan ABD’nin dış politikada önceliği Pasifik bölgesinde olmaya devam edecektir.
[Star, 14 Kasım 2020].