SETA > Yorum |

"Açılımın Usulü İçeriğinden Daha Önemli"

Türkiye'de sadece Kürtler devletin yanlış politikalarının hışmına uğramadılar. Doğrudur, en uzun süreli ve maliyetli politikalara Kürtler maruz kaldı, ama bundan diğer kesimler de muaf değil. Kaldı ki, Kürtlerin maruz kaldığı politikalar, Kürtler dışındaki toplumsal kesimlerde de yadsınamaz kötü sonuçlar üretti. Belki de meseleyi şöyle okumak gerekir: Devlet diye sabit, değişmez bir olgu yoktur. Devlet, onu yöneten kadroların zihniyetine göre politikalar üretir. Toplum, aslında, başından beri bu ayrımın bilincinde oldu. Karar mekanizmalarının tepesindeki kişilerle ilişkili olan meselesini devlete mal etmedi. Faili meçhul cinayetleri, o gün karar mekanizmasını ellerinde bulunduran kişilerin bir sorumluluğu olarak algıladı ve onlara oy vermedi. Bugün iç ve dış dinamiklerin değişmesiyle, Türkiye'nin öncelikleri, tehdit algısı, gelecek tasavvuru değişiyor ve bunların bir yansıması olarak da Kürt sorununa bakışı değişiyor.

Röportajı: H. Hüseyin Kemal / Yeni Asya

Kürt meselesi konusunda gerçekleştirilen demokratik açılım çabaları bazı tartışmaları da beraberinde getirdi. Kürtlere demokratik haklarının tam anlamıyla verilmesinin Türkiye'yi böleceğini savunanlar karşısında toplumsal gerilimin dindirilmesi ve bütünleşme için bu hakların tanınması gerektiğini savunanlar da var. Biz de bu konuyu daha önce Kürt meselesi üzerinde araştırma yapan SETA'nın Siyaset Araştırmaları Koordinatörü Hatem Ete'ye sorduk. Ete, şu an toplumsal bir gerilim yaşandığını belirterek sorunun çözümü için hakların genişletilmesi gerektiğini düşünüyor.

Kürt sorunu toplumun içinden çıkan bir sorun mudur, yoksa devlet politikalarının halka armağan ettiği bir sorun mudur?

Sadece Kürt sorunu değil, cumhuriyet tarihinin farklı zaman dilimlerinde ortaya çıkan toplumsal sorunların çoğu, devlet politikalarının bir sonucudur. Yöneticiler, başından beri, Alevî-Sünnî, sağcı-solcu, laik-İslâmcı, Kürt-Türk, vb. ayırımlar oluşturarak kitleleri kendi amaçları için karşı karşıya getirmişlerdir. Kitleler, bu karşıtlıkları kimliklerinin esas unsuru yapıp uğruna mücadeleye girmişlerdir. Böylece, devlet, dönemsel önceliklerini, menfaatlerini, o dönemde kendisine yakın ve faydalı bulduğu kesimlerin bagajına yükleyerek, varlığını ustaca gizlemiştir. 1970 ve 80'li yıllardaki sağ-sol ve Alevî-Sünnî çatışmalarını bu çerçevede okumak gerekir. 1990'lı yılların başından itibaren, bu geleneksel karşıtlıkları aşan Türkiye, yeni karşıtlıklar üretti. İslâmcı-laik ve Kürt-Türk gerilimini bu çerçevede sayabiliriz. 28 Şubat döneminde, bazı kadrolar, laikliği İslâmcılık paranoyasına karşı bir sınır çizgisi olarak toplumun belli bir kesimine benimsetti. 1980'lerin ortalarından bu güne kadar da, Kürt-Türk gerilimi işletiliyor. Çok şükür ki, diğer üç karşıtlığı benimseyerek oyuna gelen farklı toplumsal kesimler, Kürt-Türk geriliminde sağduyulu davranarak bir çatışmaya sürüklenmediler. Herkesin şunu anlaması gerekir: Dindarların veya Kürtlerin taleplerinin karşılanması laikliğin veya vatanın elden gitmesine yol açmayacaktır.

Halkın bu kadar yoğun propagandalar karşısında çatışmacı bir tutum izlememesi aslında her şeyin farkında olduğunu gösterir mi?

Tabiî ki. Toplum, bin yıllık kardeşlik hafızasını, çeyrek yüzyıllık yanlış politikalara kurban etmeme noktasında, takdire şayan bir sağduyu örneği sergiliyor. Ancak, son dönemlerdeki sosyolojik bir gelişmeye dikkat çekmekte yarar var. 1990'lı yıllarda, zorunlu göçle beraber, Kürt nüfusun belli bir coğrafyayı aşarak Türkiye'nin her tarafına dağılması, Kürt sorununu toplumsal bir soruna dönüştürme riskini doğurdu. Altyapısı yeterince hazırlanmadan, zorla yerinden edilen nüfus, yeni yerleşim yerlerinde sorunlar yaşamaya başladı. Bu göç, eski yerleşim sakinlerine de yeni sıkıntılar doğurdu. Her iki toplumsal kesim arasındaki uyuşmazlık, Kürtlerle ilgili, bugüne kadar şahit olmadığımız olumsuz yargıların oluşmasına yol açtı. Kürtler de yerleşmek zorunda kaldıkları bu yerlerde maruz kaldıkları muameleyle hızla etnik bir kimlik bilinci kazanmaya başladılar. Tarihte ilk defa, Kürtlerin belli toplumsal kesimlerde ikinci sınıf vatandaş olarak algılanmaları, Kürtlerin siyasal bilinç kazanmalarıyla birleşince ve bu iki kesim aynı yerleşim yerini paylaşmak zorunda kalınca, toplumsal çatışma riski arttı. Bu günden sonra, Kürt meselesi üzerine söz söyleyen, politika geliştiren herkesin bu yeni ortamı göz önünde bulundurmasında yarar vardır. Esasında, Kürt meselesini acilen çözüme kavuşturmak gerekliliğinin nedenlerinden biri de bu toplumsal gelişmedir.

Bu kadar faili meçhul cinayet karşısında Kürt halkı devlete hâlen güvenebilir mi?

Türkiye'de sadece Kürtler devletin yanlış politikalarının hışmına uğramadılar. Doğrudur, en uzun süreli ve maliyetli politikalara Kürtler maruz kaldı, ama bundan diğer kesimler de muaf değil. Kaldı ki, Kürtlerin maruz kaldığı politikalar, Kürtler dışındaki toplumsal kesimlerde de yadsınamaz kötü sonuçlar üretti. Belki de meseleyi şöyle okumak gerekir: Devlet diye sabit, değişmez bir olgu yoktur. Devlet, onu yöneten kadroların zihniyetine göre politikalar üretir. Toplum, aslında, başından beri bu ayrımın bilincinde oldu. Karar mekanizmalarının tepesindeki kişilerle ilişkili olan meselesini devlete mal etmedi. Faili meçhul cinayetleri, o gün karar mekanizmasını ellerinde bulunduran kişilerin bir sorumluluğu olarak algıladı ve onlara oy vermedi. Bugün iç ve dış dinamiklerin değişmesiyle, Türkiye'nin öncelikleri, tehdit algısı, gelecek tasavvuru değişiyor ve bunların bir yansıması olarak da Kürt sorununa bakışı değişiyor. Dolayısıyla, meseleyi bugünün koşulları içerisinde ele almak gerekir. Kürtlerin endişesi, devletin bu yeni inisiyatifinde ne kadar kararlı olduğu noktasındadır. Devlet, kararlılığında Kürtleri iknâ edebilirse, hiçbir Kürdün devr-i sâbık peşinde olacağına ihtimâl vermiyorum.

İnsanlar çok istemeseler bile, biz yanlış bulsak bile, PKK'yı bir teminat olarak görüyorlar. Bu durum nasıl ortadan kaldırılabilir?

PKK bir teminat olarak görülüyorsa bu, esasında Kürtlerin devlete güvensizlik duymalarından kaynaklanıyor. Kürtlerin çözümle ilgili güvensizlik beslemesinin de temelde iki nedeni var. Birincisi, bu sorunun bugüne kadar çözülmemiş olması veya gerçekleşen çözüm teşebbüslerinin bir sonuca ulaşmamasıdır. İkinci neden de, kamu bürokrasisinin, sorunu ele alışındaki birçok değişime rağmen halen sorunu teröre indirgemeye devam etmesidir. Doğrudan Kürt sorununun çözümü için yürürlüğe konması gereken açılımlar, PKK'yı silâhsızlandırmaya veya DTP'nin Kürtler üzerindeki nüfuzunu kırmaya yönelik olarak devreye sokuluyor. Kürtler, politikaların arkasındaki niyeti böyle okuyunca, hem sürece güvenini yitiriyor, hem de zayıflatılmak istenen aktörleri, açılımların devamı için bir emniyet sübabı olarak görmeye başlıyor. Bu fasit daireden çıkmanın yegâne yolu, devlete/siyasî iktidara yönelik güvensizlik algısının ortadan kaldırılmasıdır.

Siz PKK'nın önşartsız silâhları bırakması gerektiğini düşünüyorsunuz. Bir terör örgütünden dağa çıkışın şartlarını ortadan kaldırmadan bunu beklemek çok gerçekçi olur mu?

Mevcut ulusal ve uluslar arası dinamikler, PKK'nın varlık sebeplerini ve hayat alanını ortadan kaldırmış durumdadır. Bugün, Kürt sorununun varlığını inkâr eden bir siyasal çevre kalmamıştır. Bu sorunu çözme gerekliliği üzerinde de bir mutabakat mevcuttur. İhtilâf, sorunun nasıl adlandırılması gerektiği, sorunu oluşturan dinamiklerin hangisinin öncelikli olduğu ve çözümün hangi enstrümanlarla gerçekleştirileceği konusundadır. Bu nedenle, PKK da, son yıllarda silâhlı mücadeleye gerek kalmadığını, silâh bırakmanın koşullarının oluşturulması gerektiğini söylemektedir. Zaten varlığına gerekçe kıldığı hedeflerin gerçekleşmesi için faaliyette bulunan birçok silâhsız-sivil yapılanma da mevcuttur. DTP, bölgedeki birçok belediyeyi kazanmış, TBMM'de grup kuracak kadar seçmen desteği sağlamış, tabanını kolaylıkla mobilize eden güçlü bir siyasal aktördür. Bu nedenle, PKK'sız bir ortamda, silâhların gölgelemediği bir atmosferde Kürt sorunu çok daha suhuletle çözülebilir.

"Devlet, vatandaşının mağduriyetini gidermek üzere, bir muhataba ihtiyaç hissetmez" diyorsunuz ve PKK'nın muhatap arama peşinde olmaması gerektiğini düşünüyorsunuz? Bu konuları biraz daha açar mısınız?

Kamuoyu, muhatap alma ile sürece katma arasındaki farkı görmediği için bu muhataplık tartışmaları gündemi meşgul etmeye devam ediyor. Evet, devletin, daha önce mağdur ettiği kesimlerin mağduriyetlerini gidermesi için muhataba gerek yok. Muhatap, mağdur olan kişidir ve zaten mağduriyetlerin giderilmesiyle devlet zımnen vatandaşını muhatap almış olur. Öte yandan, bu mağduriyetler yaşanırken, toplumsal kesimler seslerini duyurmak için bir araya gelip belli organizasyonlar aracılığıyla hak talebinde bulunurlar. Siyasal partilerin demokratik sistemlerdeki işlevi budur. Seçmeninin talebini belli platformlarda dillendirir. Bu mağduriyetler giderilirken, önceliklerin belirlenmesi, sorunların tanımının yapılması, çözüm formüllerinin geliştirilmesi ve yaraların daha kolay sarılması için sorunla ilgili olan aktörlerin sürece katılması beklenir. Kürt meselesindeki durum da budur. Çözümün muhatabı mağdur olan bütün vatandaşlardır. Ancak pratik kolaylıklar sağlaması dolayısıyla öncelikle, vatandaşlar adına siyaset yapan çeşitli aktörlerin sürecin şekillenmesinde ve yürütülmesinde aktif hâle getirilmesi, başka bir deyişle, sürece katılması gerekir.

Uluslar arası konjonktür sorunun çözümü konusunda bize ne gibi veriler sağlıyor?

Türkiye'nin son yıllarda etrafındaki gelişmelere yönelik aktif ve yapıcı tutumu, hem bölgesel, hem de küresel konumunu güçlendirmektedir. Türkiye'nin Irak, Lübnan, Suriye, Filistin, Gürcistan, Afganistan, vb. bölge ülkelerindeki sorunlara müdahil olma tarzı, Türkiye'yi bölge istikrarının vazgeçilmez bir aktörü haline getirmiştir. Son günlerde, imzalanan Nabucco projesi bile Türkiye'nin dünya için önemini ve bu rolünü oynayabilmesi için toplumsal barışın önündeki engelleri ve güvenlik sorunlarını gidermesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Türkiye'nin bu rolünü oynayabilmesi için Kürt meselesini de çözmesi gerekir. Ayrıca, 2011 yılında ABD'nin Irak'tan çekilmesi söz konusudur. PKK'nın Kandil'deki varlığı, hem Irak'ın güvenliğini, hem de Kuzey Irak yönetimi ve Irak devletinin Türkiye ile ilişkilerini zedeleyen bir işlev görmektedir. PKK, Türkiye'nin Irak veya Kuzey Irak'la ilişkilerinde bir güvenlik sorunu olarak varlığını muhafaza ettikçe, ilişkilerin iyileşmesi mümkün değildir. Sonuç olarak, Türkiye'nin bölge istikrarında ve enerji sevkiyatında yüklendiği işlev, güvenli ve iç barışını tesis etmiş bir ülke olmasını zorunlu kılmaktadır. Uluslar arası dinamiklerin Kürt sorununun çözümüne katkıda bulunmalarının altında da Türkiye'nin bu konumu yatmaktadır.

Türkiye, kendi Kürt sorununu çözmezse kendini bölgesel bir sorunun içinde bulabilir mi?

Kesinlikle. Bakın biz bunu 2008'de SETA olarak yayınladığımız Kürt sorunu Analizi’nde de yazdık. ABD'nin Irak'ı işgaliyle Irak'ta oluşan güvenlik boşluğu ve Kuzey Irak'ta bir bölgesel hükümet kurulması, Kürt sorununun uluslar arası bağlarını güçlendirdi. Kürt sorunu artık uluslar arası bir mesele hâlini almıştır. Türkiye'deki Kürtlere yönelik her gelişme, Kuzey Irak'la ilişkilerimizi; Kuzey Irak'la ilişkilerimizdeki her mesele de Türkiye Kürtlerinin burayla ilişkilerini etkileyecektir.

Sizce Türkiye, bölge Kürtleri için bir cazibe merkezi olabilir mi?

Türkiye, sadece bölgedeki Kürtler için değil bütün bölge ülkeleri için bir cazibe merkezi olabilir. Büyüyen, güçlenen, bölge istikrarının teminatı olan, enerji güzergâhının merkezinde yer alan bir Türkiye'nin bölge Kürtleri açısından da bir cazibe merkezi olmaması mümkün mü? Nitekim Kuzey Iraklı liderler de sık sık entegrasyona yönelik niyetlerini açığa vuran açıklamalar yapıyorlar. Zaten, Kuzey Irak Kürtlerinin etrafındaki devletler ve halklarla ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda onlar için de Türkiye'nin tek emniyetli çıkış kapısı olduğu açıktır. Barzani ve Talabani'nin PKK'nın silâhsızlanmasında aktif rol alma niyetlerinin altında da bu durum yatmaktadır.

Şu an Türkiye'nin sorunun çözümü için güç birlikteliği oluşturabildiğini düşünüyor musunuz?

Güç birlikteliği, üç unsurun mutabakatıyla oluşabilir: Kurumsal, siyasal ve toplumsal mutabakat. Bu üç mutabakatın oluşması için de, aktörlerin sorunun devam etmesi hâlinde Türkiye'nin karşılaşabileceği maliyetleri ve sorunun çözülmesi durumunda Türkiye'nin yakalayacağı fırsatları doğru analiz etmeleri yeter. Mevcut durumda, kurumlar ve siyasîler korkularını ve gündelik hesaplarını öne çıkarıp negatif anlamda sürece müdahil olmazlarsa, potansiyel bir toplumsal mutabakatın varlığı öngörülebilir. Toplum nezdindeki bu potansiyel mutabakat, liderlerin, aktörlerin anlaşamaması dolayısıyla gerçekleşemiyor. Kısa vadeli kişisel veya kurumsal hesaplar varoluşsal kavramların altına gizlenerek, toplum karşı karşıya getiriliyor. Böylece, bir tarafın hak talebi, diğer tarafın endişesi hâline sokuluyor. Hâlbuki Kürtlerin mağduriyetlerinin giderilmesi talebi, koşulların eşitlenmesi talebi olarak algılanırsa, bu hak talebinden endişe duyan çevrelerin endişelerinin de yersiz olduğu anlaşılabilir. Kaldı ki, bu endişeler, ancak, mutabakatla giderilebilir. Endişeleri giderecek ve toplumsal mutabakatı sağlayacak yegâne yol, siyasal veya kurumsal mutabakatın oluşmasıdır.

Eğer bu fırsat da kaçarsa yeni gelecek şehit cenazelerinden kimler sorumlu olacak?

Elbette, çözüm için gerekli inisiyatifi, iyi niyeti ortaya koymayanlar sorumlu olacak. Ancak, bugünden sorumlu arayarak, kimi aktör ve çevreleri hedef tahtasına oturtmaya kimsenin hakkı yok. Bu arada, bütün siyasî aktörlerin ve toplumsal kesimlerin, bu sorunun çözülmemesinin Türkiye'ye maliyeti üzerinde düşünmesi gerekir. Başta kültürel haklarla sınırlıyken çözülmeyen sorunun zamanla siyasallaştığı, hâlen çözümsüzlüğe bırakıldıkça da toplumsallaşabileceği ihtimalini göz önünde bulundurmak gerekir. Kültürel veya siyasal bir sorunu çözmenin maliyeti ile toplumsal uyuşmazlığa varmış bir sorunu çözmenin maliyeti ve imkânı üzerinde düşünmek gerekir. Yıllardır, soruna hasredilen imkânların, kaynakların, mesaînin, enerjinin ülkenin temel gündelik sorunlarının çözümüne ne tür katkılar yapabileceğini ve bu sorunu çözmüş bir Türkiye'nin önündeki imkânları görmek gerekir.

Ergenekon'la Kürt sorunu arasında bir bağlantı olduğunu düşünüyor musunuz?

Ergenekon'u, devlet içine öbeklenmiş kimi çevrelerin, belli amaçlara ulaşmak veya devleti varsaydıkları tehlikelerden korumak için demokratik-hukuksal yapıyı yetersiz bulup hukuk dışına çıkması olarak tanımlarsak, tabiî ki Ergenekon'la Kürt sorunu arasında bir bağ kurulabilir. Bu anlamda, Susurluk'u da Ergenekon'un 1990'lı yıllar yapılanması olarak ele almak gerekir. Ergenekon dâvâsı bağlamında yargılanan birçok kişinin sayısı binli rakamlarla ifade edilen faili meçhul cinayetlerin işlendiği dönemlerde, Güneydoğu'da görev yaptıkları ve bu cinayetlerden sorumlu olmakla itham edildikleri göz önünde bulundurulduğunda bu bağ daha da açıktır.

Başbakan'ın DTP ile görüşmesini nasıl buluyorsunuz?

DTP, Kürtler üzerinde ciddî bir etkiye sahiptir. Bu kazandığı belediyelerden ve aldığı oylardan da anlaşılabilir. Öte yandan, DTP, açılımın Kürtler tarafından nasıl karşılanacağı noktasında da etkili bir aktördür. Süreci desteklemesi ile mahkûm etmesi, açılımın beklenen rahatlamayı sağlayıp sağlamayacağı konusunda belirleyici etkiler oluşturabilir. Bu nedenle, DTP'nin sürece katılması yararlı olmuştur.

MHP'nin son evrede takındığı tavır Türkiye'nin bölünmesine mi yoksa bütünleşmesine mi hizmet eder?

Meseleyi, böyle keskin bir karşıtlık ekseninde ele almamak gerekir. MHP, bu sorunun çözümünde en az DTP kadar anahtar önemdedir. Hem MHP hem de tabanı, kendisini bu meselenin doğrudan tarafı olarak görmektedir. Bu nedenle MHP'nin endişelerini ciddiye almak ve bu endişeleri giderecek teminatlar üzerinde çalışarak MHP'yi sürece katmak gerekir. Aksi takdirde, MHP'nin çözüm sürecine razı edilmediği bir senaryoda, Kürt sorununun çözümü bir Türk sorununa dönüşme riski barındırmaktadır. Bu nedenle iktidar partisinin MHP'nin sert ve dışlayıcı söylemlerini görmezden gelmeden, MHP'yi sürece katmanın veya muhalefetini yumuşatmanın yollarını araması gerekir. En büyük sorumluluk ise tabi ki, MHP'ye düşmektedir. MHP, açılımın içeriği ile ilgili basına yansıyan kimi başlıklardan rahatsız olmakta ve sınır çizmektedir. Ancak, MHP'nin tabanını tatmin etmekle tahrik etmek arasındaki ciddî farkın bilincinde olması gerekir. Henüz iktidar bir paket açmamış, üstelik de paketin içeriğiyle ilgili kendisinden de katkı beklerken, MHP sözcülerinin "ihanet", "bölücülük" gibi ithamlarla sürece katkıda bulunmayı reddetmesi, dahası süreci mahkûm etmesi hakkaniyetle bağdaşmıyor.

CHP'nin tutumunu nasıl buluyorsunuz?

CHP, Türkiye'de gelmiş geçmiş bütün siyasal partiler arasında en fazla Kürt raporu hazırlayan partidir. Üstelik bu raporlarda, çok ciddî analizler yapılmış ve çözüm önerileri geliştirilmiştir. Öyle ki, Deniz Baykal'ın genel sekreterliğinde hazırlanan rapor DGM'lik olmuştur. Dolayısıyla, CHP'nin Kürt sorununun önemi konusunda bir hatırlatmaya ihtiyacı yoktur. Bugün, açılıma destek vermeyecekse, bunu sadece AKP ile ilişkilerine ve siyasî geleceğine yönelik kaygılarına yormak gerekir. Böyle, ulusal bir meselede de hiçbir partinin iç siyasal hesaplar peşinde olması doğru değildir. Öte yandan, CHP'nin devlet ve bürokrasi nezdindeki etkisi ve temsil ettiği kitleler dolayısıyla da sürecin dışında bırakılması, bu açılımı zaafa uğratacaktır. CHP'nin içeri alınması için gerekli her adımın atılması öncelikle iktidar partisinin sorumluluğundadır.

Hükümetin bu güne kadar bir yol haritası açıklamamasını nasıl buluyorsunuz?

Doğru bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Şu anda, açılımın usûlü içeriğinden daha önemlidir. İçeriğe dair üç aşağı beş yukarı herkesin bir fikri var. Önemli olan bu içeriğin psikolojik gerilime yol açmayacak bir usûlle gerçekleştirilmesi. Açılımın devlet projesi olmasının yolu da buradan geçiyor. Henüz toplumsal, siyasal ve kurumsal mutabakat oluşmadan açıklanan paket, AKP'nin paketi olacaktır. Bu da sorunun çözülmesi için gereken uzlaşmayı zedeleyen bir işlev görür. Bu nedenle, hem kamuoyunun açılımlara hazırlanması ve mevcut endişelerin giderilmesi için, hem de sorunun çözümü için gerekli olan mutabakatın sağlanabilmesi için bu görüşmelerin sürdürülmesinde yarar var. İçeriğin ne olacağını bu görüşmeler belirlemelidir.

Önümüzdeki sürecin riskleri neler olabilir?

Önümüzde iki ciddî risk var. Bunlardan biri, Kürt sorununun bu sefer de çözülmemesi, diğeri ise Kürt sorunu çözüme kavuşturulurken Türk sorununun ortaya çıkması. Eğer, iç ve dış koşulların her zamankinden daha müsait olduğu bu ortamda açılım akamete uğrarsa, Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesi umudu yitirilir ve güvenin zedelenmesiyle birlik-bütünlüğümüz ciddî yaralar alabilir. Aynı şekilde, çözüm sürecinin Türk sorununu çıkarmaması ve yeni gerilimlere yol açmamak için de dikkatli olmak gerekir. Bu da temelde, toplumun belli kesimlerde mevcut olan endişelerin giderilmesine ve teminatların verilmesine bağlıdır.

Hatem Ete ile röportaj Yeni Asya - 17 Ağustos 2009 Röportajı yapan: H. Hüseyin Kemal

İlgili Yazılar
İnanca Saldırı
Yorum
İnanca Saldırı

Kasım 2024