Batı’da 2010’lu yıllarda başlayan “otoriterleşme” ve “eksen kayması” eleştirileriyle Türkiye’nin izlediği dış politika arasında bir ilişki söz konusu mu? Türkiye’nin otoriterleşmesi gerekçesiyle mi, yoksa dış politikada izlediği otonom politikalar sonucunda mı bu negatif söylemler ortaya çıkmakta? Türkiye’nin hem bölgesinde hem de uluslararası düzlemde yürüttüğü otonomi arayışları, özellikle Batı’da, konvansiyonel dış politika tarzının değişimi olarak yorumlanıyor. Türkiye’nin süreç içerisinde hem materyal güç kapasitesinin getirdiği imkanlar sonucu ortaya çıkan operasyonel becerisi hem de lider diplomasisi gibi farklı formlarda izlediği siyaset tarzı, dış politikada bazı kırılmalara yol açtığı gibi, “eksen kayması” ve “otoriterleşme” gibi söylemsel tartışmalara da kapı araladı. Hemen her kritik evrede ve Türkiye’nin müdahil olduğu olayda bahse konu söylemlerin kendini göstermesi, bu yönüyle önemli ölçüde otonomi arayışlarıyla ilişkilidir. Öyle ki dış politikada geleneksel adımların dışına taşan ve mevcut hegemonyanın hilafına atılan her adımda, Batı’da yoğun bir eleştiri dalgası yükselmekte. Basın-yayın araçları ve düşünce kuruluşları aracılığıyla kendini gösteren bu dalga, sadece dış politikadaki gelişmelerle de sınırlı kalmıyor, evrenini iç politik gündemiyle de genişletiyor. Tersinden bakıldığında ise Türkiye’nin dış politikadaki hemen her adımı iç politik çekişmelerde bir tema olarak kendine yer buluyor ve hiç olmadığı kadar tartışılıyor.
Bir milat olarak Davos
2009 yılına kadar hem Batı’da hem de Orta Doğu’da model ülke tartışmalarına konu olan Türkiye’nin “eksenini değiştirdiğine” ve “otoriterleştiğine” dair iddialar, dış politikada yaşanan kırılmalarla eşzamanlı biçimde ilerledi. Nitekim Batı medyasındaki Türkiye temsili, kronolojik ve olay bazlı incelendiğinde, bu tespit daha da anlamlı hale geliyor. Örneğin Türkiye ile İsrail arasında gerilime yol açan Davos Krizi (“one minute” krizi) ve Birleşmiş Milletler’de (BM) İran’a yönelik ambargo görüşmelerinde Türkiye’nin takındığı tavır, bu anlamda bir milat özelliği taşıyor. Her iki olayda da Türkiye’nin izlediği politikanın bölgesel ve küresel aktörlerinkiyle benzeşmemesi, tedrici biçimde artacak olan negatif Türkiye söyleminin köşe taşlarını inşa etmiştir.Benzer biçimde Arap devrimleri esnasında ve sonrasında yaşanan siyasi farklılaşma da çeşitli biçimlerde krizlere yol açmıştır. Örneğin Suriye iç savaşı sürecinde yaşananlar ve Türkiye’nin zaman zaman Esed rejimi üzerinden Rusya’yla, zaman zaman da terör örgütü PYD/YPG üzerinden ABD ile yaşadığı çatışmalar, dış kamuoyunda gerçeklikten bağımsız biçimlerde tartışılmış ve olgulardan ziyade algılar üzerinden şekillenen bir söylem alanı inşa edilmiştir. Buradaki en önemli nokta, Türkiye’nin kendi ulusal güvenliğini tesis etmek adına Rusya ve ABD ile ayrışan otonom politikalarının, farklı söylemsel repertuvarlarla manipüle edilerek mahkûm edilmeye çalışılmasıdır. Örneğin Türkiye’nin sınır güvenliğiyle doğrudan ilişkili olan Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı gibi askeri operasyonlar sürecinde, Türkiye’nin DEAŞ’a yardım ettiği iddiaları sıklıkla dile getirilmiştir. Bazen sofistike, bazen de doğrudan farklı söylemsel stratejiler işletilerek, bir yandan Türkiye “DEAŞ’a yardım eden ve terörü destekleyen bir ülke” olarak takdim edilmiş, diğer yandan da PKK’nın Suriye’deki türevi YPG meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Nitekim YPG Suriye iç savaşı boyunca “DEAŞ’a karşı mücadele eden meşru bir güç” olarak konumlandırılmış ve “terörle mücadelede” aktif rol üstlendiği yönünde söylemler üretilmiştir. Öyle ki örgüt üyesi kadınlar, uluslararası dergilerde “özgürlük savaşçısı” olarak çerçevelenmiş ve kadın imgesi üzerinden bir direniş miti oluşturulmuştur.
Libya’daki iç savaş
Libya’da General Halife Hafter’in meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni (UMH) darbeyle ortadan kaldırma girişimleriyle başlayan ve Mısır, Rusya ve Türkiye gibi aktörlerin dahil olmalarıyla bambaşka bir noktaya evrilen süreç, Batı basınında süregelen negatif Türkiye imgesini besleyecek örnekler teşkil etmektedir. Nitekim meşru hükümetin isteğiyle sürece dahil olan Türkiye, uluslararası kamuoyunda, bölgedeki petrolleri ele geçirmeyi hedefleyen emperyal bir ülke olarak kategorize edilmiştir. Suriye iç savaşı ve DEAŞ’a yardım iddialarının devamı olarak, İdlib’deki cihatçı grupların Libya’ya taşındığı ve Türkiye’nin bu gruplar üzerinden sınır ötesi operasyonlar yaptığı suçlamaları da her olayda revize edilerek güncelleştirilmektedir. Söz konusu iddiaların sadece Batı basını ile sınırlı kalmadığı, (Türkiye’nin hem Suriye’de hem de Libya’da Rusya ile farklı politikalar izlemesi sonucunda) bu iddiaların Rus menşeli diplomatik ve gayrı resmî mecralar üzerinden de dolaşıma sokulduğu görülüyor. Güvenliğini sınırlarının ötesinde inşa etmeyi amaçlayan ve Doğu Akdeniz’de yasal iddiaları gerekçesiyle ısrarcı olan Türkiye’nin, “Orta Doğu bataklığına” asker gönderen bir ülke olarak resmedilmesi de benzer söylemlerin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.Dağlık Karabağ işgali
Bir işgal girişimiyle başlayan ve fiilî olarak devam eden Karabağ olayına ek olarak Ermenistan’ın Eylül ayının son günlerinde Azerbaycan topraklarına saldırması, Azerbaycan ve Ermenistan arasında var olan gerilimin yükselmesine neden oldu. Azerbaycan’ın işgal altındaki topraklarını geri almak için yürüttüğü başarılı askeri operasyonlar sonrasında, Türkiye’nin süreçteki rolü sorgulamaya açılmış ve gerçekliği olmayan manipülatif içerikler bu olay ekseninde de tedavüle sokulmuştur. İlk evrede Batılı basın organlarında karşımıza çıkan ve Suriye İnsan Hakları Gözlemevi adında bir örgütün raporuna dayanarak ortaya atılan iddia, Türkiye’nin Dağlık Karabağ’a paralı askerler göndererek sürece doğrudan müdahil olduğudur. “Güvenli kaynaklara” atıfla ortaya atılan bu iddia, herhangi bir somut gerçekliğe tekabül etmediği gibi, Türkiye’yi de uluslararası mecralarda zora sokmayı hedefleyen bir söylem alanı yaratmaktadır.Suriye iç savaşı, Libya’da meşru hükümeti devirmeyi hedefleyen darbe girişimi ve Ermenistan’ın Azerbaycan’a hukuksuz saldırıları gibi örnek olaylarda, Türkiye’nin izlediği politikaların gerçeklerle bağdaşmayan iddia ve ithamlara konu olması, hiç kuşkusuz Türkiye’nin bağımsız dış politika anlayışının sonucudur. Özellikle son dönemlerde Batı basınında ve kamuoyundaki Türkiye içerikli tartışmalara bakıldığında, gerçekliği olmayan manipülatif içeriklerin hemen her kritik evrede dolaşıma sokulduğu biliniyor. Nihai kertede şu sonuç ortaya çıkıyor: Türkiye’nin 2010’lu yıllarda başlayan ve geleneksel ittifakların dışında bir siyaseti ortaya koyan otonom politikaları Batı basını ve kamuoyunda ciddi rahatsızlıklara sebep olmuştur. Öyle ki sadece bahsi geçen bölgesel ve küresel gelişmeler bir kenara, 2013 Gezi Parkı protestoları, 15 Temmuz darbe girişimi ve 2017 cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi gibi iç politikayı ilgilendiren konularda bile ciddi bir müdahillik söz konusu olmuş ve Türkiye’deki hemen her olaya doğrudan taraf olunmaya çalışılmıştır.
Batı’da özellikle düşünce kuruluşları ve basın mecraları üzerinden kendisini gösteren ve “otoriterleşme” tartışmalarına kapı aralayan Türkiye karşıtı bu dalga, büyük ölçüde Türkiye’nin bağımsız dış politika anlayışıyla ilişkilidir. Bu sebeple, Türkiye içerikli haber ve tartışmaların önemli bir bölümü, olgusal bir gerçekliği ihtiva etmediği gibi, var olan gündemleri de manipüle etmeyi hedefliyor.
[AA, 14 Ekim 2020].