Bir yanda hükümet kurmaya rahatlıkla yeten bir meclis çoğunluğu, öbür tarafta ise bir anayasa değişikliği için yetersiz olan bir meclis çoğunluğu... Siyasi tablo 317 milletvekilinin karşılık geldiği bu iki anlam üzerinden okunduğunda şuanda Türkiye’de bir sistem değişikliği için kesinlikle uygun olmayan bir ortam olduğu söylenebilir. Hatta 7 Haziran seçimleri ile 1 Kasım seçimleri arasında dillendirilen bir düşünceye göre başkanlık tartışması rafa kalktı bile denebilir.
Ancak Türkiye hala içerisinde en kuvvetli ihtimal olarak başkanlığı barındıran bir sistem değişikliğini tartışıyor. Üstelik bu tartışma sadece başkanlık sistemini bir hedef olarak açıklayan AK Parti çevrelerinin çabası ile değil negatif bir görünüm ile de olsa muhalefetin ve ilgili diğer aktörlerin katkısıyla da devam ediyor. Bütün siyasi ajandasını başkanlık üzerinden kotarılan bir Erdoğan karşıtlığına indirgemiş olan HDP bile başkanlık konusunda bocalıyor; bazen ‘lafını bile etmeyiz her türlüsüne karşıyız’ derken bazen de ‘Amerikan tipi bir başkanlık tartışılabilir’ diyor. Bugün başkanlık tartışmasının görünürde en uzlaşmaz muhaliflerini bile başkanlık hakkında konuşmaya mecbur kılan bir siyasi gerçeklik ile karşı karşıyayız: Türkiye bir sistem krizinin eşiğinde bekliyor.
Her ne kadar 7 Haziran’dan çıkan siyasi tabloyu sıcağı sıcağına başkanlık tartışmasının aleyhine tefsir etmek mümkün olmuşsa da, seçim sonrası yaşanan hükümet krizi ve kurulabilmiş olsaydı hükümetin muhtemel işle(me)yişi, aksine, başkanlık tartışmasının aciliyetini gözler önüne sermektedir. 7 Haziran neticesinde yüzde 95’lik bir siyasi temsilin, seçimden galip çıkan partide yüzde 40’lık bir aritmetik yoğunlaşmanın varlığına rağmen, anayasanın ‘45 gün içerisinde hükümet kurulamazsa seçimler tekrarlanabilir’ hükmü yazıldığından beri ilk defa uygulandı ve Türkiye apar topar erken seçime gitti. Bu durum bile başlı başına Türkiye’nin ağır bir sistem krizi ile arasında çok da mesafe olmadığını göstermektedir. Öte yandan eğer 7 Haziran sonrası meclis aritmetiğinden bir hükümet çıkartmak mümkün olmuş olsa bile sistem krizinden uzaklaşmış olmayacaktık. Bugün Rusya ile yaşadığımız uçak gerginliğinde bile 7 Haziran sonrası en kuvvetli hükümet alternatifinin ortakları konumunda olan AK Parti ve CHP’nin birbiriyle uzlaşmaz yaklaşımlara sahip olması, ortaya çıkacak olan krizin büyüklüğü hakkında fikir vermektedir.
Bir diğer ihtimalde söylentisi kendisinden daha kısa ömürlü olan yüzde 60’lık blok hükümetinin, eğer kurulmuş olsaydı Türkiye’nin Rusya ile yaşadığı mevcut uçak krizini nasıl yöneteceğini düşünmek bile uykuları kaçırmaya yeterli; sınır ihlali konusunda duyarlı olan MHP, Rusya’yı haklı bulan HDP ve bu krizi orta yolculukla atlatabileceğini sanan CHP.
Kaldı ki bu tablo 7 Haziran sonrasına mahsus arızi bir hal de değil. 2002’den beri ülkenin istikrarlı bir tek parti yönetimine sahip olması maalesef 90’ların siyasi istikrarsızlık ve kriz ortamını yaratan yapısal sistem sorununu çözmüyor. Bugün Türkiye mevcut sistem sorununu güncelleyerek bir sistem krizine dönüştürmediyse bunun nedeni kesinlikle yapısal bir tadilat veya değişim değil 2002’den beri yaşadığımız istikrarlı dönemdir. Deyim yerindeyse Türkiye’nin sistem hastalığı iyileşmemiştir ancak 2002’den beri devam eden başarılı bir tedavi ile semptomları kontrol altında tutulabilmiştir. Hatta semptomları kontrol altında tutmak noktasında olağanüstü bir durumu yaşadığımız söylenebilir. Bugün Türkiye’yi yönetenlerin içerisinden geldiği muhafazakar siyaset geleneğinin kodları, siyaset dışı odaklara karşı yürütülen mücadelenin beraberinde getirdiği dayanışma ve birliktelik duygusu Türkiye’nin sistem sorununun bir krize dönüşmesini engellemiştir. Daha açık bir ifade ile bugün Türkiye bir adım daha atıp eşiğinde bulunduğu sistem krizine yuvarlanmıyorsa bunun başlıca nedenleri Recep Tayyip Erdoğan ve Türkiye’yi yöneten diğer aktörlerin içerisinden geldiği siyaset geleneği, Türkiye’nin genel siyasi kompozisyonunu kapsayan liderlik ve yönetim becerileridir.
SEÇİLMİŞ CUMHURBAŞKANI FARKI
90’larda bile sık sık Cumhurbaşkanı ile başbakan arasında gerilime neden olan sistem sorunu 2007 yılında yapılan ve Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini sağlayan anayasa referandumu ile iyice derinleşmiştir. Halk tarafından seçilen cumhurbaşkanının siyasi meşruiyeti ve icra kapasitesi daha fazlaartmış ve bu durum halk tarafından seçilen TBMM içerisinden çıkan hükümetle çatışma ihtimalini gündeme getirmiştir. Bu sonucu doğuran anayasa değişikliğine Türkiye’nin neden ihtiyaç duyduğunu hatırlamak olası bir sistem krizinin derinliği hakkında fikir verecektir. 2007 yılında Türkiye maalesef demokrasi tarihine kara bir leke olarak geçen 27 Nisan e-muhtırası ve Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı sonrasında bir cumhurbaşkanlığı seçim krizi ile karşı karşıya kalmıştı ve çözümü cumhurbaşkanını seçme yetkisini milletin temsilcilerinden oluşan TBMM’den alarak doğrudan millete vermekte bulmuştu. 2007’de yaşanan cumhurbaşkanlığı seçimi krizinin ardından Abdullah Gül, tıpkı 7 Haziran sonrası krizde olduğu gibi, bir erken seçim neticesinde yeniden şekillenen meclis aritmetiği ile seçilebilmişti.
Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan 2007 krizinden çıkış olarak benimsenen cumhurbaşkanının halkoyu ile seçilmesi sistemiyle seçilen ilk cumhurbaşkanıdır. Mevcut anayasanın kendisine tanıdığı yetkiler, halk tarafından seçilmiş olmanın sağladığı meşruiyet ile birleşince önceki cumhurbaşkanlarından çok farklı bir siyasi anlama ve icra gücüne karşılık gelmektedir. Fiiliyatta başkanlık sistemine kolayca tevil edilebilecek bu durum mevcut siyasi aktörlerin sağduyusu sayesinde bir krize dönüşmeden devam etmektedir. Cumhurbaşkanını sık sık ‘anayasal sınırlara’ geri dönmeye davet eden muhalefetin gözden kaçırdığı detay cumhurbaşkanının mevcut anayasal yetkilerinin büyük bir kısmını her şeye rağmen kullanmadığıdır. Sözgelimi mevcut anayasaya göre cumhurbaşkanının hükümetin bütün toplantılarına başkanlık etmesinin, meclis toplantılarına katılmasının, kanunları onaylamayıp meclise iade ederek veya anayasa mahkemesine göndererek yasama süreçlerine daha etkin bir şekilde katılmasının önünde hiçbir hukuki ve siyasi engel yoktur. Bu nedenlerdir ki muhalefet partileri cumhurbaşkanının hangi somut eylemi ile anayasal sınırları ihlal ettiğini açıklamakta sıkıntı çekmektedirler.
Hal böyleyken muhalefetin sistem değişikliği tartışmasını ötelemeye çalışması bir siyasi manevraya değil siyasetsizliğe karşılık gelmektedir. Türkiye’nin sistem sorunu eninde sonunda çözülecektir. Hiç bir sistem bu kadar aksaklığa rağmen yürümeye devam edemez. Eşyanın tabiatı erken veya geç Türkiye’yi bir sistem tartışmasına ve nihayetinde değişikliğine taşıyacaktır. Muhalefetin akılcı olan seçeneği bu tartışmada ön açıcı bir işlev görüp sistem tartışmasına kendi önerileri ve pek tabii ki çekinceleri ile dahil olmaktır. Akılcı olmayan ise eşyanın tabiatına direnip tartışmayı ötelemektir. Bu durumda muhalefetin çatırtıları duyulmaya başlayan mevcut sistemin siyasi enkazı altında kalması mukadderdir. Tıpkı 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007 ve en son 7 Haziran 2015 krizlerinde olduğu gibi.
[Star Açık Görüş, 27 Aralık 2015]