2002’nin sonunda başlayan Türkiye’nin AK Parti’li yıllarını; ekonomik geri kalmışlık, yolsuzluklar, sivil- asker ilişkilerindeki dengesizlik, siyasi istikrarsızlık, farklı inanç gruplarının maruz kaldığı ayrımcı politikalar, etnik ayrılıkçılık ve terör, Müslüman kimliğinin maruz kaldığı çok yönlü baskılar, eğitim, sağlık ve alt yapıdaki köhnemişlik gibi birçok alanda yüzleşilmesi gereken çetin sorunlar bekliyordu. Listenin bu kadar kabarık olmasının nedeni birbiri ile ilişkili iki temel alanda, siyaset ve ekonomi, ülkenin yıllardır biriktirdiği çözümsüzlüğün ve negatif enerjinin, 28 Şubat süreci ile zirvesini bularak açığa çıkmasıydı.
AK Parti adındaki “adalet” ve “kalkınma” kavramları “siyaset” ve “ekonomi” alanlarındaki kabarık sorun listesine çözüm arayışlarına karşılık gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında AK Parti’nin serüveni, aynı zamanda adalet ve kalkınmanın, yani siyaset ve ekonominin de serüvenidir.
Siyasi ve Ekonomik Kalkınmacılık
14 yıllık mazide 2002 ve 2007 yılları arasındaki dönemde yapılan atılımlar en dikkat çekicileridir. Dikkat çekiciliğin nedeni, hangisine el atılsa kısa sürede başarılı ve fark yaratan sonuçlar alınabilecek el değmemiş sorunların varlığıdır. Öte yandan AK Parti başlangıç ivmesinin sağladığı konforu tüketmek yerine daha kalıcılaştırarak bir siyasi sermayeye dönüştürmüştür.
Sağlık, ulaştırma ve demokratikleşme alanında yapılan icraatlar buna en güzel örnektir. Bu dönemde yeni üniversiteler ve okullar açılması, derslik sayısının artması, ders kitaplarının ücretsiz dağıtılması, yeni hastanelerin açılması ve mevcut sağlık hizmetlerinin daha nitelikli hale getirilmesi, doktor, hemşire ve ambulans sayısındaki artış, bölünmüş yolların yapılması, demiryollarına yapılan yatırımlar ve hava taşımacılığının tabana yayılması gibi birçok alanda insanların gündelik hayatına etki eden icraatlar yapılmış ve ekonomide önemli bir ilerleme kaydedilmiştir. Bunların yanında siyasi alanda demokratikleşme paketleri ile devlet ve millet arasındaki birçok çatışma alanı ortadan kaldırılmıştır. OHAL’in kaldırılması, siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılması, DGM’lerin kaldırılması, gözaltı sürelerinin kısaltılması ve dini grupların üzerindeki baskının kaldırılması yine insanların gündelik hayatına yansıyan demokratikleşme atılımlarındandır. 2002-2007 arasındaki ekonomik ve siyasi açıdan kalkınmacı kimliğin yanında 2007 ve 2014 yılları arasındaki dönem ise siyasi altyapı ya yapılan yatırımlar, dönüşümler ve krizlerle dikkat çekmiştir. Bu değişiklikte şüphesiz 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçiminin, asker ve yargı bürokrasisinin elbirliği ile Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı ve Genelkurmay’ın yayınladığı 27 Nisan e-muhtırası marifetiyle bir krize dönüşmesi önemli rol oynamıştır. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi krizinden önce de AK Parti siyaseti birçok kez Türkiye’nin 1923 model aktörleri ve kurumları ile karşı karşıya gelmişti.
Ancak bu karşılaşmalar 2007 yılına kadar direkt çatışmadan ziyade, süreçler üzerinden yürüyen ve zamana yayılan bir mücadele hüviyeti taşımaktaydı. Bunun ilk nedeni AK Parti siyasetinin ilk yıllarında Türkiye’nin köhnemiş müesses nizamına karşı müttefiksiz ve tek başına olmasıdır. Bugün çokça abartılan “özgürlükçü” aktörlerin ilk yıllarında AK Parti’ye desteği, büyük siyasi değişimlerin yapılması için derde deva olmaktan çok, her iki kesimin ajandasının örtüştüğü noktaya kadar yapılan lokal ve konjonktürel katkılardır. 2007 yılında AK Partili bir cumhurbaşkanının seçilmesi ihtimaline karşın, bu aktörlerin “uzlaşma ve kutuplaşmadan kaçınma” çağrısı yapmaları, desteğin “bir yere kadar” olduğunun en önemli göstergesidir. 2007 öncesi çatışmaların daha az görünür bir mahiyette tezahür etmesinin bir diğer nedeni ise AK Parti siyasetinin değişimi, gerginliğin tırmandığı karşı karşıya gelişlerden ziyade, zamana yayılan dönüşüm süreçleri çerçevesinde yapmak istemesidir. Ancak cumhurbaşkanlığı seçimi dönüşüm dengelerini bir daha kurulamayacak şekilde bozan adım olmuştur.
Savunmacı Mücadelecilik ve Siyaset
Bu olaydan sonra siyasi ve ekonomik kalkınmacılık diye tarif edilen AK Parti formülünün kalkınmacı kimliği savunmacı bir mücadeleciliğe evrilmiş ve o zamana kadar ekonomi ile at başı giden siyasi süreçler belirgin bir şekilde ön plana çıkmıştır. 2008 yılındaki kapatma davası süreci, 2010 Anayasa Değişikliği ve aynı yıl yaşanan Mavi Marmara Baskını, 2011’de Oslo Görüşmeleri’nin basına sızdırılması ve üst düzey komuta kademesinin istifası ile sonuçlanan YAŞ krizi, 2012 yılında MİT Müsteşarı’nın gözaltına alınması girişimi ve nihayetinde 2013 yılında meydana gelen Gezi Parkı Şiddet Eylemleri ve 17-25 Aralık Müdahale Girişimi siyasi süreçlerin ön plana çıktığı savunmacı mücadeleciğin önemli dönüm noktalarıdır.
Mücadeleci sürecin en büyük meydan okuması 2007’ye kadar denge içerisinde yürütülen ve “adalet” ve “kalkınma” kavramlarında karşılık bulan siyaset ve ekonomi denkleminde eşitliğin siyaset lehine bozulmasıdır. Süreç içerisinde gayrıihtiyari fakat engellenemez bir şekilde ekonomi siyasetin, kalkınma ise mücadelenin bir -belki birkaç- adım gerisinde kalmıştır. Öte yandan bu meydan okuma siyasi alanda kristalleşme ve berraklaşmayı beraberinde getirmiştir. Partinin ne kadar İslamcı, ne kadar muhafazakar, ne kadar demokrat, ne kadar gelenekçi ve ne kadar liberal olduğu her zaman ortada duran ve kafaları karıştıran bir soruydu. Siyasi mücadelecilik dönemi bütün yoruculuğunun yanında bu yönüyle bir siyasi inşa dönemi de oldu. Bir yönüyle Milli Görüş siyasetinden kesin olarak ayrılan ve bunu açıkça beyan eden AK Parti, diğer yönüyle hem tabanı hem de elit siyaseti olarak onunla sınırlı kalmamakla birlikte büyük oranda muhafazakar ve mütedeyyin çizgiye yerleşti.
Olağanüstü Kongreler ve Siyaset-Ekonomi Dengesine Geri Dönüş
Savunmacı mücadelecilik döneminde AK Parti siyasetine karşı muhalefet Erdoğan’ın şahsı üzerinden yürümüş ve farklı kesimler Erdoğan-karşıtı cephenin bayrağı altında birleşmişti. Bu şartlar altında Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos 2014 tarihinde halk tarafından cumhurbaşkanı seçilmesi diğer birçok anlamının yanında 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi krizi ile başlayan savunmacı mücadelecilik döneminin bitip, tekrar siyasi ve ekonomik kalkınmacılık döneminin başlaması anlamına geliyordu. Bu anlamın belki de en açık ifadesi, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesini müteakiben yapılan AK Parti’nin Birinci Olağanüstü Kongresi’nde genel başkanlık görevini Ahmet Davutoğlu’na devrederken ifade ettiği “güçlü başbakanlık” kavramıydı. Güçlü bir lider ve siyasi kişilik olan ve cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası boyunca sembolik bir cumhurbaşkanı olmayacağını “terleyen ve icracı bir cumhurbaşkanı” tanımı ile ifade eden Erdoğan’ın -çift başlılığın potansiyel tehlikelerine defalarca dikkat çekmişken- güçlü bir başbakanlık tanımlaması yapması siyasi ve ekonomik kalkınmacılık alanındaki beklentilere karşılık gelmekteydi.
Ancak Birinci Olağanüstü Kongre’den 22 ay sonra ikincisinin yapılmasını zaruri kılan süreçte yaşananlar, Ahmet Davutoğlu’nun güçlü başbakanlık tanımlamasını ve yeni dönemden beklentileri AK Parti siyasetinin geri kalanından farklı yorumladığını göstermiştir. Ahmet Davutoğlu’nun retorik yüklü “medeniyetçi”, “idealist”, “kültüralist” ve “müzakereci” siyaseti, mücadelecilik döneminde kararını bulmuş olan AK Parti kimliğini beyhude yere tekrar inşa etmeye çalışmakta, bunun üzerinden Davutoğlu liderliğine alan açmaya çalışmaktaydı. Bu tutum tabanda ve parti teşkilatında doğurduğu rahatsızlığın yanında siyasi ve ekonomik kalkınmacılığa teksif edilmesi gereken enerjiyi de dağıtmaktaydı.
22 Mayıs tarihinde yapılan İkinci Olağanüstü Kongre’de icraatçı kimliği ile ön plana çıkan Binali Yıldırım’ın genel başkan seçilmesi yeni dönemin kalkınmacı ruhunu yansıtması açısından önemlidir. Binali Yıldırım AK Parti geleneğine uygun olarak kongrede tek aday olarak yarışsa da, delegelerin rahatsızlık belirtisi olarak yorumlanabilecek herhangi bir girişim içerisinde olmadan tamamının Binali Yıldırım için oy kullanması, kalkınmacı perspektifin ve genel başkan değişiminin parti kademeleri tarafından onaylandığının işareti olarak okun- malıdır. Binali Yıldırım’ın kongre süreci ve sonrasında kendisiyle özdeşleşmiş olan yatırımların altını çizmesi beklenen bir gelişmeydi. Ancak daha önemlisi Yıldırım’ın başkanlık sistemine geçişe, yeni anayasa ihtiyacına ve bir vefa değil hedef olarak Erdoğan siyasetine yaptığı vurgudur. Bu vurgu ekonomik kalkınmacılığın yanında siyasi kalkınmacılığın da ihmal edilmeyeceğinin ve alan açan değil icraat yapan bir tarzda uygulanacağının bir göstergesidir.
[Kriter, 1 Haziran 2016].