Avrupa BirliÄŸi (AB)’nin Türkiye’ye yönelik politikaları zamanın ruhuna ve karar verici aktörlerin kimliklerine baÄŸlı olarak önemli deÄŸiÅŸiklikler gösteriyor, sürekli ve istikrarlı bir çizgi izlemiyor. Bu çerçevede, Türkiye’deki demokratikleÅŸme adımlarına kritik zamanlarda çok kuvvetli destek veren AB’nin bazı dönemlerde ise, baÅŸta demokrasi teÅŸviki olmak üzere kendi temel ilkelerine aykırı hareket ettiÄŸi görülmektedir. AB’nin Türkiye politikalarının doÄŸru analiz edilebilmesi için öncelikle Türkiye’nin demokratikleÅŸme serüveninde yaÅŸadığı iniÅŸ ve çıkışlar ile AB açısından Türkiye’nin nasıl bir yere sahip olduÄŸuna kısaca deÄŸinmek faydalı olacaktır.
Her ÅŸeyden önce, Türkiye tarihi ve kültürüyle bir OrtadoÄŸu ülkesi olduÄŸu kadar bir Avrupa ülkesidir. Osmanlı Devleti’nin Avrupa siyasetinde ne kadar etkili olduÄŸu gibi uzun bir konuya hiç girmeden, Osmanlı’nın ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin de Avrupa’nın bir parçası olarak kalmayı tercih ettiÄŸini ve özellikle 1950’li yıllardan itibaren Avrupa’nın yeni oluÅŸturmuÅŸ olduÄŸu kurumlara üye olmayı seçtiÄŸini hatırlayalım. Türkiye’nin üye olduÄŸu Batılı kurumlar arasında OECD ve NATO gibi ekonomik ve askeri kurumların yanında Avrupa Konseyi gibi insan haklarının korunması ve demokrasinin geliÅŸtirilmesini temel amaç edinmiÅŸ siyasal kurumlar da vardır. Bunlarla yetinmeyen Türkiye, demokrasi ve hukuk devleti standartlarını daha da ileriye taşımak arzusuyla daha sıkı bir entegrasyonu hedefleyen Avrupa BirliÄŸi’ne de üye olmayı devlet politikası olarak görmüÅŸtür. Ancak Türkiye, AB’ye (o zaman Avrupa Ekonomik TopluluÄŸu-AET) ortaklık baÅŸvurusu yaptığı 1959’dan beri, arzu ettiÄŸi demokratik yönetime ulaÅŸma yolunda sürekli olarak engellerle karşılaÅŸmıştır.
1960 yılında yaÅŸanan askeri darbeyle birlikte baÅŸlayan demokrasiye müdahaleler belirli periyotlarla kendisini tekrarlamış, her onyıllık dönemde birden fazla darbe ya da darbe teÅŸebbüsü gerçekleÅŸmiÅŸtir. Demokratik seçimlerle iÅŸbaşına gelen hükümetlerin yine aynı ÅŸekilde demokratik yollarla iktidarı bırakması beklenmek istenmemiÅŸ, baÅŸta askerler ve yargı olmak üzere bürokrasinin deÄŸiÅŸik kademelerinden hükümetlerin yönetme yetkisine müdahale edilmeye çalışılmış, bu müdahalelerin yeterli görülmediÄŸi durumlarda ise doÄŸrudan darbe yapılması yoluna gidilmiÅŸtir. 2002 yılında iktidara gelen AK Parti yönetimi de, sürekli olarak kendisini siyaset dışı kalması gereken kurumların baskısı altında hissetmiÅŸ, çeÅŸitli darbe planları ve kapatma davası ile karşı karşıya gelmiÅŸtir. Son aylarda yaÅŸanan geliÅŸmeler ise, hükümetin seçim dışı yöntemlerle devrilmesi konusunda yeni yöntemlerin denendiÄŸini göstermektedir.
Bu kısa özetin ardından, Brüksel’in Türkiye’de yaÅŸanan demokratikleÅŸme mücadelesinde nasıl bir politika izlediÄŸini analiz etmeye çalışalım. Yukarıda ifade edildiÄŸi gibi, AB’nin bu konuda istikrarlı bir çizgisinin var olduÄŸundan bahsetmek pek mümkün deÄŸildir. AK Parti iktidarının ilk yıllarında, Türkiye’de demokratik siyasal yaÅŸam üzerinde en büyük engeli oluÅŸturan askeri vesayetin ortadan kaldırılması konusundaki adımları güçlü bir ÅŸekilde destekleyen AB’nin, 28 Åžubat Post-Modern Darbesi olarak adlandırılan süreçte askerlerin çevresinde odaklanan bir koalisyon tarafından hükümetin devrilmesine sessiz kaldığı görülmüÅŸtür. Bu iki örnek üzerinden, AB’nin Türkiye’de demokrasi konusundaki politikalarının farklılaÅŸma nedenlerini inceleyelim.
BERLÄ°N-ANKARA HATTI
Öncelikle AB içerisindeki farklı kesimlerin Türkiye ile iliÅŸkiler ve Türkiye’nin AB’ye üyeliÄŸi konusundaki farklı tasavvurları Brüksel’in Ankara politikasında yansımasını bulmaktadır. AB dış politikasına yön verme konusunda oldukça etkili bir ülke olan Almanya’nın başında Hıristiyan Demokrat Helmut Kohl’ün (veya Angela Merkel) olması ile Sosyal Demokrat Gerhard Schröder’in olması Brüksel’in Türkiye’ye yönelik politikasını etkilemektedir. Türkiye’nin üyeliÄŸi konusunda oldukça samimi bir politika izleyen ve bu konuda temel engel olarak Türkiye’nin kültürel/dini yapısı ya da coÄŸrafi konumunu deÄŸil de, demokrasi konusundaki eksikliklerini gören Schröder Hükümeti döneminde Almanya ve dolayısıyla AB’nin, Türkiye’deki demokratikleÅŸme adımlarına ciddi bir destek verdiÄŸi görülmektedir. Berlin ve Ankara’da aynı anda Türkiye’nin AB üyeliÄŸi konusunda istekli hükümetlerin bulunduÄŸu 2002-2005 yılları arasında Kopenhag Kriterleri’ne uyum çerçevesinde Ankara’nın demokratikleÅŸme ve insan haklarının geliÅŸtirilmesi yönünde attığı adımlar AB tarafından ciddi ÅŸekilde desteklenmiÅŸtir. Buna karşılık, Türkiye’nin AB üyeliÄŸine karşı çıkan Kohl Hükümeti’nin iktidarı dönemine rastlayan 1997’deki 28 Åžubat Darbesi sırasında Almanya ve AB’nin diÄŸer önemli ülkeleri Türkiye’de yaÅŸanan darbe karşısında sessiz kalmışlardır. Türkiye’de demokrasiye vurulan bu darbe, bu ülkeler tarafından Türkiye’nin AB üyeliÄŸine karşı çıkışlarını kolaylaÅŸtıran faydalı bir araç olarak görülmüÅŸtür.
Ä°kinci olarak Avrupa ülkelerinde giderek yaygınlaÅŸan Ä°slamofobi, AB’nin Türkiye ve diÄŸer Müslüman komÅŸularına yönelik politikalarında kafa karışıklıklarına yol açmaktadır. AB’yi bir Hıristiyan BirliÄŸi olarak gören bazı siyasal aktörler, bu Hıristiyan kimliÄŸi inÅŸa ederken ihtiyaç duydukları “öteki” olarak Güney ve GüneydoÄŸudaki Müslüman komÅŸularını görmekte ve onlarla iliÅŸkilerini iÅŸbirliÄŸi yerine güç politikası üzerinden tanımlamak eÄŸilimindedirler. Ä°slam’ı ve Müslümanları AB için bir tehdit olarak algılayan bu kesimler, Türkiye ve diÄŸer komÅŸu Müslüman ülkelerde “Ä°slamcı” olarak nitelendirdikleri partilerin iktidarda bulunmasını kendileri için olumsuz bir geliÅŸme olarak deÄŸerlendirmekte ve mümkün olduÄŸunca seküler kesimlerin iktidarda olmasına destek vermektedirler. Yukarıda deÄŸinilen örnekler üzerinden yorumlamak gerekirse, 1997 yılındaki 28 Åžubat Darbesi’nin Türkiye’de iktidarda olan “Ä°slamcı” BaÅŸbakan Erbakan’a karşı yapılmış olması o dönemde Almanya’da iktidarda olan Hıristiyan Demokrat Helmut Kohl’ü rahatsız etmemiÅŸtir.
Buna karşılık AB’yi bir din birliÄŸi olarak deÄŸil de, demokrasi ve hukuk devleti ilkelerini paylaÅŸan Avrupalı ülkelerin bir “deÄŸerler ortaklığı” olarak gören diÄŸer siyasal aktörler, Müslüman komÅŸularıyla iÅŸbirliÄŸi eksenli bir iliÅŸki geliÅŸtirilmesini mümkün görmektedirler. Bu çerçevede Müslüman kimliÄŸinin AB’ye üyelik açısından bir engel teÅŸkil etmediÄŸini de düÅŸünen bu kesimler, Türkiye ve Arnavutluk gibi Müslüman kimliÄŸi baskın olan Avrupalı ülkelerin de AB’ye üye olabileceklerini düÅŸünmektedirler. Yine yukarıda deÄŸinilen örnekler üzerinden yorumlamak gerekirse, 2003-2005 arasında Türkiye’de “Ä°slamcı” diye nitelendirilen ErdoÄŸan Hükümeti iÅŸbaşında olmasına raÄŸmen, Ä°slamofobi etkisi altında olmayan Sosyal Demokrat Schröder Hükümeti bu hükümetin demokratikleÅŸme yolundaki adımlarına destek olmaktan rahatsızlık duymamıştır. Yani Ä°slamofobi etkisi altındaki Avrupalı politikacılarla bu etkiden arınmış politikacıların Türkiye politikaları açık bir ÅŸekilde farklılaÅŸmaktadır.
UKRAYNA’DA AB ETKÄ°SÄ°
Üçüncü olarak, AB politikalarına yön veren siyasetçilerin, BirliÄŸin baÅŸka ülkelerle iliÅŸkilerini ÅŸekillendirirken izlenecek politikalara iliÅŸkin farklılaÅŸan tasavvurları da AB’nin Türkiye politikasındaki deÄŸiÅŸikliklere yol açmaktadır. Bu çerçevede, Türkiye gibi ülkelere yönelik politikalara esas teÅŸkil edecek iki temel anlayış öne çıkmaktadır. Bazı kesimler, Avrupa’nın tarihsel alışkanlıklarının da etkisiyle, Türkiye gibi ülkelerin AB üyesi olmasa da, Brüksel’in kendisi için çizdiÄŸi yoldan gitmesinin saÄŸlanması gerektiÄŸini düÅŸünmektedirler. Bunlara göre, Türkiye’de AB çıkarlarına aykırı davranan veya AB politikalarıyla uyumlu hareket etmeyen hükümetler söz konusu ise bunların iktidardan uzaklaÅŸtırılması için her türlü yöntemin uygulanması gereklidir. Bu ÅŸekilde düÅŸünenler için, gerektiÄŸinde demokrasinin askıya alınması ve anti-demokratik müdahalelerin desteklenmesi bile söz konusu olabilir.
“Müdahaleci” diye tanımlanabilecek bu kesimlerin karşısında, AB’nin Türkiye gibi ülkelerle “karşılıklı dengeli bağımlılığa” dayalı bir iliÅŸki geliÅŸtirmesi gerektiÄŸini, böyle bir iliÅŸkiden hem AB’nin hem de Türkiye’nin kazanç saÄŸlayacağını düÅŸünen çevreler vardır. Avrupa’nın, çatışmalara zemin hazırlayan eski müdahaleci anlayışını artık terk etmesi ve komÅŸularıyla iÅŸbirliÄŸi ve karşılıklı güvene dayalı bir iliÅŸki geliÅŸtirmesini savunan bu kesimler, müdahaleci politikaların bu ülkelerdeki sorunları daha fazla büyüttüÄŸünü ve onları AB için daha büyük tehdit haline getirdiÄŸini ileri sürmektedirler. Türkiye’ye karşı deÄŸiÅŸik araçlarla güç politikası uygulayıp onun iktidarını ÅŸekillendirmeye veya onu istenen politikalara yönlendirmeye çalışmak yerine, bu ülkede demokrasinin güçlendirilmesi için çaba sarf etmenin daha doÄŸru olduÄŸunu düÅŸünen bu kesimler, demokratik yollarla iktidara gelmiÅŸ bütün partilerle iÅŸbirliÄŸi yapılması gerektiÄŸi ve onların anti-demokratik yöntemlerle iktidardan devrilmesine karşı çıkılması gerektiÄŸi görüÅŸündedirler.
AB’nin son Ukrayna macerası da aslında, müdahaleci politikalar yerine iÅŸbirliÄŸi eksenli politikalar ile komÅŸularıyla daha saÄŸlıklı iliÅŸkiler kurabileceÄŸini açıkça göstermektedir. Ukrayna’da Yanukoviç’i iktidardan deviren muhaliflerin bu baÅŸarısının yalnızca bu ülkenin iç dinamikleriyle elde edilmediÄŸi, AB ve ABD’den ciddi bir destek aldıkları herkes tarafından bilinmektedir. Bu çerçevede Ukrayna, Batı ile Rusya arasında yaÅŸanan nüfuz mücadelesinin bir sahnesi haline gelmiÅŸtir ve görünen o ki, bu nüfuz mücadelesinin kazananı ne Ukrayna halkı ne de AB’dir. Tam da bu nedenle, AB’nin komÅŸularına karşı dayatmacı politikalar yerine bütün tarafların kazanmasını esas alan iÅŸbirliÄŸine yönelik politikalar geliÅŸtirmesi önem kazanmaktadır.
Türkiye’nin de, AB’nin kendisine yönelik politikalarının bu ÅŸekilde farklılaÅŸtığının farkında olan politikalar izlemesi gerekmektedir. AB içerisinde Türkiye ile saÄŸlıklı, dengeli ve güvene dayalı bir iliÅŸki geliÅŸtirmek isteyen siyasi çevreler her zaman var olmuÅŸtur. Türkiye hükümetleri bu çevrelerle iÅŸbirliÄŸi arayışından hiçbir zaman kaçınmamalı ve onların AB içerisindeki konumlarını güçlendirecek adımlar atmalıdır. Aynı AB içerisinde, Türkiye’nin içiÅŸlerine müdahale konusunda çok hevesli olan, halkın oylarıyla iktidara gelmesine raÄŸmen hoÅŸlanmadıkları hükümetlerin yıkılması için çaba sarf etmekten geri durmayan çevrelerin de bulunduÄŸunu bilmek ve bunların yıkıcı faaliyetlerine karşı gerekli tedbirleri almak da çok önemlidir. Çünkü bu çevrelerin asıl amacı, sadece kendi hoÅŸlanmadıkları iktidarları devirip ondan sonra gelecek hükümetlerle dengeli ve saÄŸlıklı iliÅŸkiler kurmak deÄŸil, kolayca yönlendirebilecekleri ve etki altında tutabilecekleri hükümetlerin Türkiye’de iktidarda bulunmasını temin etmektir. Bu müdahaleci kesimlerin AB ve üye ülkeler yönetimlerindeki ağırlıkları dönemsel olarak farklılık göstermekle birlikte, Ankara’nın sürekli olarak temkinli olmasını gerektirecek kadar etkileri olduÄŸunun altını çizmek gerekir. Çünkü dünya politikası halen, idealistlerin görmek istedikleri deÄŸil, realistlerin tasvir ettikleri ÅŸekilde yaÅŸanıyor.
[Star Açık GörüÅŸ, 09 Mart 2014]