Hukuk ve güç ilişkisi tarihin ilk dönemlerinden beri tartışılan bir konu olmuştur.
Aynı tartışma uluslararası hukukun ortaya çıktığı dönemden itibaren uluslararası ilişkiler bağlamında da başlamış ve günümüze kadar süregelmiştir.
Özellikle 20. Yüzyılda yaşanan iki dünya savaşının ardından, uluslararası ilişkilerin güç üzerinden değil de hukuk üzerinden yürümesine yönelik çabalar artmıştır. Bu çerçevede devletler arası ilişkiler birtakım kurallara bağlanmak istenmiş ve özellikle Birleşmiş Milletler’in kurulmasıyla birlikte, bu kurallara uyulmasını temin etmek için yaptırım uygulayacak bazı organlar tesis edilmiştir.
BM çatısı altında kurulan Güvenlik Konseyi uluslararası barışın korunması için gerektiğinde askerî güç kullanmaya karar vermek dâhil olmak üzere birtakım yetkilerle donatılırken, Uluslararası Adalet Divanı devletler arasındaki uyuşmazlıkların çatışmaya dönüşmeden çözülmesi için devreye girecek bir yargı kurumu olarak dizayn edildi.
Uluslararası sistemin işleyişine ve devletler arası ilişkilerin yürütülmesine dair temel ilkeler BM Anlaşması ile düzenlenirken, BM ve başka uluslararası örgütlerin çabalarıyla imzalanan uluslararası sözleşmeler adım adım uluslararası hukukun şekillenmesini sağladı.
Ancak özellikle uluslararası düzeyde gücün karşısında hukukun pek şansı yoktu. Bu yüzden en başından beri uluslararası hukuk ancak güçlü küresel aktörlerin çıkarlarına dokunmadığı yerlerde kendisine uygulama alanı bulabildi.
Barışın korunması konusunda en etkili araç olması beklenen Güvenlik Konseyi, beş daimî üyesinin, sahip oldukları veto hakkını kendi çıkarları doğrultusunda sorumsuz bir şekilde kullanmalarından dolayı görevini yerine getiremedi. Sadece daimî üyelerinin hepsinin çıkarlarının zarar görmeyeceği konularda yaptırım kararları alıp uygulayabildi.
Uluslararası hukukun, bu eksikliklerine rağmen en azından söylem düzeyinde öne çıkarıldığı İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde çok sayıda savaşın da yaşandığına şahit olundu. Bir yandan uluslararası hukuk başka ülkeleri sınırlandırmanın bir aracı olarak öne sürülürken, Cezayir, Vietnam, Afganistan ve Irak savaşları uluslararası hukukun neredeyse bütün ilkeleri ihlal edilerek yapıldı. Fakat milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi ve on milyonlarcasının mülteci konumuna düşmesi, bunlara sebep olanların uluslararası hukuk söylemini kullanmalarına engel olmadı.
Uluslararası hukuk ile güç politikası arasındaki ilişkide yine her zamanki gibi kaybeden hukuk oldu. Güçlü olan istediğini aldı, hukuk ise ya bunu kamufle etmeye yarayan bir araç olarak kullanıldı, ya da Irak örneğinde olduğu gibi, görece zayıf ülkelerin sınırlandırılmasında devreye sokuldu.
Gücün giderek daha belirgin bir şekilde öne çıkmasıyla birlikte uluslararası hukuk anlamını yitirirken bazı ülkeler kendi iç hukuklarını evrensel normlar olarak öne sürmeye başladı. İşte bu yeni bir olgu olarak karşımıza çıkıyor ve muhtemelen BM Sisteminin sonunun geldiğine işaret ediyor.
ABD’nin değişik ülkelere yönelik olarak çıkardığı yaptırım yasalarını evrensel normlarmış gibi sunma ve uygulama çabası bunun göstergesi olarak okunmalıdır.
Geçmişte de güçlü aktörler, daha zayıf devletlere nasıl politika izleyecekleri konusunda dayatmalarda bulunurlar ve istediklerini gerçekleştirmek için gerektiğinde askerî güçlerini kullanırlardı. Ancak bunu hukuksal olarak meşrulaştırma kaygısı da taşımazlardı. Zira o dönemin normları gücün kullanılmasını meşru görürdü.
Gücün böyle keyfî bir şekilde kullanılmasına son vermeyi amaçlayan ve uluslararası hukukun söylem düzeyinde yüceltildiği kısa bir BM döneminin ardından, şimdi de güçlü olanın iç hukukunun bütün dünyaya dayatıldığı yeni bir döneme adım atmış bulunuyoruz.
Amerikan yönetimlerinin son dönemde ekonomik yaptırım aracını askerî araçlardan daha sık kullandığına şahit oluyoruz.
Rusya, İran, Venezuela ve Küba gibi ülkeler doğrudan bu yaptırımların hedefi olurken, Türkiye, Almanya ve Çin gibi ülkeler bazen doğrudan bazen ise dolaylı olarak Amerikan yaptırımlarının hedefi hâline gelebiliyor.
Bu yaptırımlara dair çıkarılan Amerikan yasalarına üçüncü ülkelerdeki kamu ve özel şirketlerin uyması bekleniyor, uymayanlara yönelik olarak ise ekonomik cezalar veriliyor ve hatta bu şirketlerin yetkilileri ABD’ye seyahat ettiklerinde yargılanmaları söz konusu olabiliyor.
Dünya ise, kendi iç hukuk normlarını evrensel normlarmış gibi görüp başka ülke vatandaşlarına ve şirketlerine yaptırım uygulayan ABD’nin bu tavrına henüz bir cevap bulabilmiş değil.
[Türkiye, 20 Nisan 2019].