Danıştay 8. Dairesi 8 Ekim 2013'te kaldırılan "öğrenci andı"nın yeniden okullarda okutulmasının önünü açan bir iptal karar aldı. Karar hükümet tarafından yargı erkinin kuvvetler ayrılığı esasını hiçe sayarak yürütmenin alanına müdahil olduğu gerekçesiyle ağır bir şekilde eleştirildi. Ayrıca kamuoyunda karara tepki olarak öğrenci andının ırkçı ve ayrımcı olduğu, ideolojik ve dayatmacı karakteriyle ülkenin ulaşmış olduğu demokrasi düzeyiyle uyuşmadığı yorumları yapıldı. Öte taraftan öğrenci andının pedagojik açıdan sorunlu olduğu iddiaları da öne sürüldü. Buna karşın muhalefet kanadında Danıştay'ın aldığı iptal kararı büyük alkış aldı. Karar bazılarınca Atatürk milliyetçiliğinin yeniden hatırlanması, bazılarına göre ise etnik Türklüğe yaptığı vurgu nedeniyle övüldü. Bazıları ise siyaset kurumu karşısında yargı bürokrasisinin eskiden olduğu gibi tutum almasını umut verici olarak değerlendirdi. Elbette Danıştay'ın verdiği kararı inandırıcı bulmayan ve hükümetin "yargı ne kadar da bağımsız" algısı yaratmak için sürece müdahil olduğunu düşünenler de olmadı değil. Sonuçta Danıştay'ın aldığı iptal kararı toplumdaki fay hatlarını ve güç dengelerini açık bir şekilde gözler önüne serdi. Ülkedeki demokratik ve kurumsal dönüşümlere rağmen ideolojik açıdan belli başat siyasi aktörlerin neredeyse hiç değişmediğini gözlemleme şansı yakaladık. Yerli-milli siyaset zemininde AK Parti ile birlikte hareket eden MHP'nin halen dar ve kuşatıcı olmaktan uzak etnikçi tepkiler vermesi şaşırtıcıydı. MHP'nin "yeni Türkiye"ye adaptasyonu sanılandan daha fazla zaman alacak gibi gözükmektedir. Öte yandan bir süredir sağ muhafazakar-dindar seçmene uygun bir siyaset dili ve aday arayışı içindeki CHP'nin yüz seksen derece bir dönüşle 1930'ların anti-demokratik ruhunu yansıtan metne sahip çıkması ise kelimenin tam anlamıyla ironikti. Ancak öte yandan karar ülkedeki güç dengelerinin önemli ölçüde değiştiğini de ortaya koydu. Danıştay'ın halen böyle bir karara imza atabiliyor olması belki ülkede eski iktidar ilişkilerinin tam anlamıyla değişmediğini işaret edebilir. Yargının ve diğer devlet kurumlarının eylemlerinin sürekli devinim halindeki iktidar dengelerinden bağımsız olduğunu düşünmek için fazlaca saf olmak gerekir. Siyasetin ve genel olarak iktidar ilişkilerinin bir denge mekanizmasına bağlı olduğu ve bu dengelerin spesifik ve değişken düzenler ortaya çıkardığı açıktır. Aksi takdirde Danıştay'ın aynı konuda 2013 ile 2018'de birbiriyle taban tabana zıt iki karara imza atmasını nasıl açıklayabiliriz? Öte yandan 29 Ekim kutlamalarında etkilerini göreceğimizi tahmin ederek belki erken bir karara varmış olabiliriz ancak eski Türkiye aktörlerinin tabanı ve belli kritik kurumları harekete geçirme gücünün 2007'deki Cumhuriyet mitingleri ve 2013'teki Gezi kalkışmasına oranla epey azaldığını da belirtmek gerekir. 28 Şubat darbesi sürecindeki "sürekli aydınlık için bir dakika karanlık" eylemlerinin yarattığı etkiyle karşılaştırma bile yapılamayacağı ise aşikardır. Toplumun siyaset kurumuna karşı kışkırtılması, bunun karşısında siyaset kurumunun kendisini korumak için belli müdahalelerde bulunması ve bu müdahalelerin her nedense kontrolden çıkması, daha sonrasında ise bürokrasinin bir abi hüviyetiyle devreye girerek tarafları cezalandırması senaryosuna artık rastlamıyoruz. Yine de Danıştay'ın iptal kararının önemli bir sorunu tekrardan gündeme taşımış olduğunu teslim etmemiz gerek. Danıştay doğal olarak kararını 1982 Anayasası'na dayandırdı. Muhalefetin alkış tuttuğu bu karar ve dayandığı gerekçeler hiç şüphesiz Anayasa'nın yazıldığı dönemin siyasi-toplumsal gerçeklerini ve dengelerini yansıtmaktadır. Günümüzde ise çok daha farklı bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Ancak ne yazık ki halen elimizde günümüzün siyasi-toplumsal gerçeklerine ve gelişmişlik düzeyine uygun kararların alınacağı kapsayıcı bir metin bulunmamaktadır. Daha açık bir ifadeyle ülkede toplumsal gruplar, asker ile sivil siyaset ve siyaset kurumu ile yargı bürokrasisi arasındaki dengeler noktasında yaşanan değişimler ve elbette milli iradeyi merkeze alan hükümet sistemi değişikliği gibi kritik önemde demokratik dönüşümler yaşanmış olmasına rağmen bunları resmiyete dökecek bir yazılı çerçevenin henüz ortaya konmamış olmasının eksikliği hissedilmektedir. Kısaca Türkiye'nin yeni, demokratik ve yerli-milli bir anayasa ihtiyacı vardır. 2013'te Gezi kalkışmasıyla başlayıp FETÖ'nün bir dizi darbe girişimi ve PKK'nın "çukur" eylemleriyle devam eden ve geldiğimiz noktada sınırlarımızın hemen yanı başında toprak dizaynları ve uluslararası ekonomik saldırı şeklinde kendisini gösteren beka sorunu karşısında anayasa tartışmalarının rafa kaldırılması anlaşılabilir bir durumdur. Elbette buraya liberal entelektüel camianın ve kamuoyunun son yıllarda yaşadığı prestij kaybıyla birlikte düşüşünü de eklemek gerekir. Yeni anayasa çağrısını ülke gerçeklerini yansıtan gerçekçi ve somut ilkelere bağlayamasalar da en fazla dile getirenler hiç şüphesiz bu kesimlerdi. Beka sorunlarının bir süre daha bizimle olacağını kestirmek zor değil. Demokratikleşme ve otonomi mücadelesi veren bir ülkenin içinde yaşadığımız uluslararası düzende başına bin bir türlü çorap örülmesi kaçınılmaz bir durum. Birileri mutlaka bağımlılık ilişkilerinin devam etmesi için elinden geleni yapacaktır. Ancak bu süreçte söz konusu Danıştay kararında olduğu gibi demokratik ve yerli-milli bir anayasaya ihtiyaç duyduğumuzu ara ara hatırlamak zorunda kalacağız. Belki de burada altını kalın harflerle çizmemiz gereken husus tam anlamıyla demokratikleştiğimiz ve otonomlaştığımız noktanın yerli-milli bir anayasa yapabilecek duruma ulaştığımız nokta olacak olmasıdır. Ya da başka bir ifadeyle kendi anayasamızı yapabildiğimiz noktada tam olarak bağımsızlaşmış olacağız.
[Sabah, 27 Ekim 2018].