İran, devrimin kırkıncı yılını kutluyor.
Ya da daha doğru söylemek gerekirse, İran halkının bir kısmı devrimin kırkıncı yılını kutluyor. Geniş kesimler ise kırkıncı yılına ulaşan rejimden pek memnun görünmüyor.
Çok zengin enerji kaynaklarına sahip ülkenin, Körfez’in karşı tarafında yer alan diğer zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip ülkeler gibi refah içerisinde olmaması halkın mutsuzluğunun nedenlerinden sadece biri herhâlde.
Suudi Arabistan, BAE, Katar ve Kuveyt petrol ve doğalgaz sayesinde büyük bir refah içerisindeyken, dünyada doğalgaz rezervleri açısından ikinci, petrol rezervleri açısından da dördüncü sırada yer alan İran’ın sadece 5 bin dolarlık kişi başına millî gelire sahip olması ülke halkının büyük bölümünü rahatsız ediyor.
Bu kadar zengin enerji kaynaklarına sahip bir ülkenin gücünün bu kadar sınırlandırılması ABD’nin başarısı aslında. 1979’daki devrimle birlikte İran’ı kaybeden ABD, bu tarihten itibaren Tahran’a karşı uyguladığı izolasyon politikasıyla başarılı oldu.
Washington tarafından sıkıştırılan Tahran’ın, kendisini daha fazla güvende hissetmek için etrafına Amerikan karşıtı bir duvar örmeye çalışması İran’ın yalnızlığını daha da artıran bir tuzağa dönüştü. Bu duvarı bölgedeki Şii nüfusun yoğunlukta olduğu Lübnan, Suriye, Yemen, Irak ve Bahreyn’de desteklediği devlet dışı silahlı aktörlerle örmeye çalışması ise kendisine Orta Doğu’da çok sayıda düşman kazandırdı.
Yemen’deki, Lübnan’daki, Irak’taki, Suriye’deki ve Körfez’deki Sünniler, bu politikasından dolayı İran’a düşman oldular. Bu da Tahran’daki rejimi yıkmaya çalışan ABD’ye doğal müttefikler kazandırdı. Bu anlamda İran, aslında bölgedeki en büyük düşmanı Saddam Hüseyin’in 1980’lerin sonunda ve 1990’lı yıllarda Orta Doğu’da oynadığı rolün bir benzerini üstlendi: Bölge ülkelerini korkutup ABD’nin kucağına itmek.
Aslında İran bu rolüyle, zamanla Amerikan emperyalizmine karşı zaferin değil Amerikan emperyalizmine dolaylı hizmetin sembolüne dönüştü. İran’dan kaçan Arap ülkeleri ABD’nin arkasında saflarını sıkılaştırdılar.
Arap ülkelerindeki yönetimler açısından İran’ın bölge politikaları bu şekilde bir sonuç doğururken, bölge halkları nezdinde İran algısı özellikle desteklediği Hizbullah’ın İsrail’e karşı başarılı mücadelesi sayesinde kötü değildi. Ancak Suriye iç savaşıyla birlikte Hizbullah’ın asıl düşmanı bırakıp Sünni gruplarla savaşmaya ağırlık vermesi bölgedeki Sünni halklar nezdinde Hizbullah’ın ve dolayısıyla arkasındaki güç olan İran’ın imajının hızlı bir şekilde çok olumsuza doğru sürüklenmesine yol açtı. Suriye’de savaşan diğer İran destekli Şii silahlı örgütler ile Irak’ta Haşdi Şabi ve Yemen’de Ensarullah’ın yaptıkları da Tahran’ın bölge halkları nezdindeki algısının bozulmasında rol oynadı.
Bölgenin mazlumlarını esaret zincirlerinden kurtarma iddiasıyla yola çıkan İran’daki rejim, izlediği güvenlikçi politikalarla Esad gibi bir diktatörün halkını ezen politikalarına destek veren bir aktöre dönüştü.
Devrim sonrasında, ümmetçi bir dış politika iddiasıyla yola çıkmasına rağmen, benimsediği Velayet-i Fakih teorisinin kaçınılmaz sonucu olarak mezhepçi bir dış politikaya sürüklenen İran, başta ABD olmak üzere dış dünyadan gelen baskılar karşısında yaşadığı güvenlik kaygısı nedeniyle etrafındaki Şii halklarla kurduğu ilişkiyi dış politikasının bir aracı hâline getirmiştir.
Dış politikasında idealleri ile gerçekler arasında bu şekilde bir savrulma yaşayan "İran İslam Cumhuriyeti" içeride de ciddi krizler yaşıyor. İran halkının Velayet-i Fakih esasına dayanan yönetim sistemine olan desteği giderek azalırken, iktidarın gerek "İslamcı" kesimlerden gerekse "seküler" muhalif çevrelerden gelen reform taleplerine cevap veremediği görülüyor. Bu da yönetime karşı memnuniyetsizliği artırıyor.
ABD’nin yeniden devreye koyduğu yaptırımların İran ekonomisine verdiği zararın neticesinde zorlaşan hayat şartları da toplumda yönetime karşı muhalefeti artıran bir başka unsur olarak karşımıza çıkıyor.
Sonuç olarak, devrimin kırkıncı yılında İran’daki yönetimin gerek dış gerekse iç politikada ilk yıllardaki ideallerinden giderek uzaklaşan bir görüntü içerisinde olduğuna şahit oluyoruz.
Belki içeride, her şeye rağmen rejimi ayakta tutacak kadar ağırlığı olan devrimin ideallerine bağlı bir kitlenin varlığından bahsedebiliriz. Ama Tahran’daki yönetimin yaptığı her hata bu kitleyi eritiyor ve böyle giderse ortada ne devrim ne de rejim kalacak.
[Türkiye, 13 Şubat 2019].