Uluslararası siyasette devletler arasında ödevler ve haklar statüye ya da başka bir ifadeyle aktörlerin sahip olduğu prestije göre dağıtılır. Statü kimin neyi hakkettiğini belirleyen düzen kurucu ana unsurdur. Devletlerin statüleri –mesela büyük güç– kendi güç kapasitesi ve bu gücün diğer devletler tarafından tanınmasıyla belirlenir. Bu haliyle statü, gücün ötesine geçen bir nitelik taşır. Güçlü bir devlet, statüsü büyük güç olmayı desteklemediği için iktidar konumunda olamayabilir. Almanya ve Japonya gibi güçlü devletlerin İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan liberal uluslararası düzende birçok noktada iktidar konumundan dışlanmaları buna örnek olarak gösterilebilir.
Statülerin dağılımı
Dolayısıyla, uluslararası sistemi oluşturan devletlerin algılamaları, özellikle de uluslararası sistemin tepesini işgal eden büyük güçlerin verdiği tepkiler statü dağılımında kritik önemdedir. Bu algılamalar devletlerin materyal gücü tarafından olduğu kadar devletlerin yumuşak gücü, teknolojik gelişmişlik seviyeleri ve kendilerini ne ölçüde diğerlerine ve sisteme empoze ettikleri gibi unsurlar tarafından da belirlenir.
Statü dağılımının somutlaştırdığı uluslararası düzende değişim, statülerin yeniden belirlenmesi ihtiyacının hasıl olmasıyla gerçekleşir. Bu durum, statü dağılımı ile güç dağılımı arasındaki örtüşmenin zamanla bozulmasıyla ortaya çıkar. Ortaya çıkan bu “statü tutarsızlığı” durumu, yani bazı büyük güçlerin statülerinin gereğini yapmıyor ya da yapamıyor hale gelmesi veya büyük güç olarak algılanmayan bir devletin büyük güç kapasitesine erişmesi, artan bir şekilde sorumluluk alması ve uluslararası sistemde değişim arzusu göstermesi devletlerin yeniden konumlandırılması ihtiyacını ortaya çıkarır.
Ödev ve haklar
Bu yeniden konumlandırma işlemi devletlerin ödev ve haklarının yeniden belirlenmesini içerir. Devletler statülerine göre ödev ve haklarla donatılır. Büyük uluslararası değişimler ve düzen kurucu anlar devletlerin yeniden konumlandırıldığı, uluslararası sistemdeki statülerin yeniden dağıtıldığı bu özel anlara tekabül eder.
Günümüz uluslararası siyasetinde bir süredir böylesi özel bir anı yaşadığımız inkâr edilemez. Öncelikle, uluslararası sistemin liderliğini üstlenen ABD gibi büyük güçler, liderlik statülerinin gereğini yerine getirmemekte ya da üzerlerine düşen ödevleri yerine getirmeye güç yetirememektedirler. İkinci olarak, uluslararası sistemde Türkiye, Hindistan ve Brezilya gibi yeni güç merkezleri ortaya çıkmakta; Çin ve Rusya gibi bazı güçler daha etkin bir konuma gelmektedir. Yükselen güçler, uluslararası düzende statü dağılımının ve dolayısıyla ödev ve hakların yeniden dağıtılması gerektiğine yönelik baskı uygulamaktadır. Daha somut bir ifadeyle, büyük güçleri belirleyen G-8 gibi örgütlere kimlerin üye olması gerektiği, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) daimi üyesi olmaya kimlerin hak kazandığı ve uluslararası örgütlerde kimlerin yönetici konumda bulunmasının lazım geldiği gibi sorular daha yüksek bir sesle tartışılmaktadır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’nın 2013’te ilk defa dillendirdiği “Dünya beşten büyüktür” iddiasını geçtiğimiz hafta New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmasında çok daha yüksek bir tonla seslendirmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Türkiye devletinin başı olarak Erdoğan, mevcut uluslararası düzendeki statü dağılımından rahatsızlığını açıkça belirtirken, Türkiye’nin büyük güç olarak tanınması gerektiğini net bir şekilde ortaya koydu. Türkiye’nin yeni dış politika doktrinin ilanı olarak değerlendirebileceğimiz “büyük güç statüsü elde etmeyi” kapsayan konuşmasında Başkan Erdoğan, üç noktanın altını çizdi.
Bunlardan ilki, mevcut uluslararası sistemde bir liderlik sorunu yaşandığı meselesiydi. Buna göre, uluslararası düzene liderlik ettiğini söyleyen devletler kendi çıkarlarını düşünmekten genelin çıkarını, yani uluslararası istikrar, barış ve güvenliği koruyamaz duruma gelmişlerdir. Bu da bu devletlerin neden uluslararası kurumlarda iktidar konumunda oturdukları ve nimetlerinden yararlandıkları sorusunu doğurmaktadır.
İkinci nokta ise, küresel liderliğin yeniden tanımlanmasına odaklanıyordu. Buna göre Başkan Erdoğan, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere oligarşik bir şekilde düzenlenmiş uluslararası kurumların demokratik normlar çerçevesinde yeniden düzenlenmesini öneriyordu. Somut olarak BMGK’da daimi üyeliğin kaldırılması ve BMGK’nın 20 üyeye çıkarılarak yeni bir yapının kurulması ve tüm ülkelerin sırayla burada görev almasını öngörüyordu.
Ve son olarak, şayet uluslararası kurumlar büyük güçler tarafından yeniden düzenlenmezse reform isteyen devletlerin yeni kurumlar oluşturma hakkının saklı olduğunun altını çiziyordu. Bu devletlerin önde gelenlerinden birisinin Türkiye olduğunu belirtirken, askeri ve ekonomik güç kapasitesi bakımından her ne kadar tam anlamıyla bir büyük güç olmasa da aldığı sorumluluklar ve uluslararası düzene yaptığı katkılar nedeniyle Türkiye’nin statüsünün büyük güç statüsünde değerlendirilmesi gerektiğini iddia ediyordu. Buna göre Türkiye, büyük güçlerle birlikte iktidar konumunda olmalı ve karar alma mekanizmalarına dahil edilmeliydi.
Büyük güç statüsü
Elbette Türkiye’nin hem kendisinin büyük güç statüsüne geçmesi hem de daha adil bir uluslararası düzenin inşasına yönelik değişim arzusunun kısa vadede karşılık bulması pek mümkün gözükmüyor. Başkan Erdoğan’ın bunun bilincinde olduğuna şüphe yok, ancak büyük güç statüsü elde etmek için uluslararası düzene böylesi ağır eleştiriler yöneltmek gerektiğinin bilincinde olduğu da aşikârdır. Bu eleştirilerin altının doldurulması gerektiği, yani uluslararası siyasette alınan sorumlulukların ve katkıların devam ettirilmesi ve ülkenin materyal güç, yumuşak güç ve teknolojik gelişim çizgisinin çok daha ileri noktalara çekilmesi gerektiği iyi bilinmektedir.
Başkan Erdoğan liderliğinde Türkiye bu noktaya çetin bir süreç sonucunda geldi. Açacak olursak, bir ülkenin büyük güç olması iç siyasetinde, bölgesel siyasetinde ve küresel siyasetinde ne ölçüde otonom olduğuyla ölçülür. Bu üç alanda kendi kararlarını kendisi alabilen bir devlet ancak büyük güç olabilir. Türkiye son 16 yılda öncelikle iç siyasetinde başarılı bir demokratikleşme mücadelesi vererek kendi içerisinde otonomlaştı. Özellikle 16 Nisan (2017) ve 24 Haziran (2018) süreçleriyle gerçekleştirilen hükümet sistemi reformuyla önemli bir eşik aşıldı. Devlet-toplum yabancılaşması azaldıkça ve millet siyasette söz sahibi oldukça ülkenin iç siyasetinde kararlar dış müdahalelerden çok daha bağımsız ve ülkenin tarihi-siyasi varlığına çok daha yakışır bir şekilde alınmaya başlandı.
İç siyasette gerçekleşen demokratikleşme hamlesini dış politikada oyun kurucu aktör olma safhası takip etti. Ülke içeride demokratikleştikçe dış politikada da oyun kuruculuk rolünü artırdı. Ülkenin güneyinde gerçekleştirilen Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonları ve en son olarak Rusya ile varılan mutabakat sonucunda İdlip’te çatışmaların önlenmesi bu oyun kurucu rolün somutlaştığı anlardı. Irak’ta teröre vurulan darbeler ve Suriye’de elde edilen kazanımların korunması ve demokratik geçiş sürecinin canlı tutulması dikkate değerdir. Yine, Körfez güçlerince abluka altına alınan Katar’a sunulan destek ve İsrail’in aşırılıklarına karşı uluslararası tepkilerin organize edilmesi de dikkate değerdir.
Otonomlaşmada üçüncü aşama ülkenin uluslararası siyasette büyük güç haline gelmesidir. Uluslararası sistemin karar alma mekanizmalarına dahil olmayı kapsayan bu sürecin başlarında olduğumuzu belirtebiliriz. Şu an sadece mevcut düzenin eleştirisi şeklinde kendini gösteren bu mücadelenin yukarıda da belirtildiği gibi materyal ve yumuşak güç artırımı ve teknolojik gelişim ile altının doldurulması gerekmektedir. Nükleer güç başta olmak üzere gelişmiş silahlara sahip olmayan, ileri teknoloji üretemeyen, ekonomik olarak kalkınamamış ve çevresinde siyasi-kültürel çekim alanı oluşturamayan bir devletin sadece sorumluluk alarak ve mazlumlara yardım ederek büyük güç olması mümkün değildir. Ülkenin caydırıcılık ve çekim gücünün eş zamanlı olarak büyütülmesi gerekmektedir.
Sisteme entegrasyon
Türkiye’nin bu atılımlarına uluslararası sistemin başat aktörlerinin nasıl tepki verdiği meselesi de oldukça kritiktir. Bir ülkenin statüsünü yukarı taşıma mücadelesinin bastırılmaya ve reddedilmeye çalışılması doğaldır. Türkiye’nin büyük güç olma arzusunun uzunca bir süre bu tavra muhatap kaldığı ortadadır. Özellikle Batılı güçlerce 2010’dan itibaren FETÖ ve PKK gibi terör örgütlerine verilen destekle içeride demokratikleşmenin baltalanması ve ülkenin zayıflatılması çalışılması söz konusudur. Aynı şekilde, Gezi kalkışması gibi siyasi istikrarsızlık yaratacak toplumsal olaylara yönelik dışarısının ilgisi ve sunduğu destek de ortadadır. Ve yine, son dönemde ekonomik istikrarsızlığı körükleyecek manipülasyonların devreye sokulması da söz konusudur.
Tüm bunlara rağmen uluslararası sistemde Türkiye’nin büyük güç statüsü arayışına yönelik olarak reddiye aşamasından kabullenme aşamasına doğru bir geçiş yaşandığının altını çizmeliyiz. Son 7-8 yıllık süreçte milletin ve devletin verdiği kararlı mücadele ve Türkiye’nin özellikle Rusya ile sağladığı eş güdüm ABD başta olmak üzere Batılı güçleri Türkiye’nin iç siyasette demokratikleşmesini ve bölgesinde oyun kurucu rolünü kabul etmek zorunda bıraktı. Tam da bu nedenle geçtiğimiz hafta gözlemlediğimiz gibi Başkan Erdoğan çok daha açık bir şekilde Türkiye’nin büyük güç statüsü için bastıracak noktaya geldi.
Elbette Türkiye’nin yeni statüsüne kavuşabilmesi için kabullenme aşamasından yeniden düzenleme aşamasına geçiş yaşanması gerekir. Şu an genel olarak uluslararası siyasette ve spesifik olarak Türkiye’nin statüsü konusunda bir belirsizlik söz konusudur. Bu belirsizliğin barışçıl yollarla giderilmesi için şu adımlar atılabilir. Öncelikle, devletler arasındaki pazarlık payını değişen güç dengelerine göre ayarlamak adına uluslararası örgütlerde söz hakkını yeniden düzenlemek. BMGK’ya yeni daimi üye almak ya da yeni bir yapının oluşturulması buna hizmet edecektir. İkinci olarak, nüfuz alanlarını ortaya çıkan askeri kapasite dengeleri ve çıkarlara göre yeniden düzenlemek. Türkiye’nin Ortadoğu’daki varlığının ve kalıcılığının kabul edilmesi bu yönde bir adım olabilir. Son olarak, yeni ödev ve haklar oluşturup bunları yükselen güçlere dağıtmak. İzolasyonist politikaların ağırlık kazandığı günümüz uluslararası siyasetinde bu biraz zor gözükse de sistemin başat unsurlarının geri çekilmesinin Türkiye gibi revizyonist devletlere uluslararası siyasette etkinlik kurmak adına alan açtığı da bir gerçektir. Yeni ödev ve hakların yaratılması durumunda bunlara büyük güçlerin rıza göstermesi mümkün gözükmektedir.
[Star, 29 Eylül 2018].