Geçtiğimiz günlerde Yeni Zelanda’da gerçekleştirilen ve 50 Müslümanın ölümüne, bazıları ağır 30’un üzerinde Müslümanın yaralanmasına neden olan seküler-Hıristiyancı terör saldırısı gerek Batılı sağduyulu aydınlar ve gerekse Müslümanlar tarafından on yıllardır dile getirilen endişeli uyarıların dikkate alınmamış olmasının bir sonucudur. Bu vahşi saldırı, geçmiş dönemde çok sayıda kişi tarafından yapılan öngörüleri haklı çıkardığı gibi maalesef gelecekte gerçekleşecek daha büyük katliamların da habercisi olarak görülmelidir. Bu karanlık geleceğin vuku bulacağı düşüncesine bizi götüren dünya siyasetindeki konjonktürel durum kadar, katliamı gerçekleştiren azılı teröristin bize verdiği mesajdır da aynı zamanda.
Pasifizmi önlemek
Dikkat edilirse terörist, insanlık dışı eylemini gerçekleştirirken yaptığı kayıt ve canlı yayın ile bir yandan taraftarları nezdinde kendisini kahramanlaştırırken diğer yandan olası bu kahramanlaştırma ediminin pasifizme yol açmasını da önlemek istemiş gibidir. Çelişik olarak nitelenebilecek bu tavrıyla terörist, ısrarla kendisinin sıradan bir insan olduğuna vurgu yapmıştır. Bu şekilde, açtığı uğursuz yoldan gidecekleri cesaretlendirmenin de ötesinde adeta Batı dünyasını bir kanser hücresi gibi esir almış olan İslamofobik/Türkofobik çevrelere yeni katliamlar yapmaları çağrısında bulunmuştur.
Liderlerin tepkisi
Nitekim katliamın hemen ardından Batı dünyasında Müslüman karşıtı şiddet olaylarının vuku bulması söz konusu çağrının yankı uyandırdığını göstermektedir. Benzer şekil-de, Batı dünyası liderlerinin Charlie Hebdo saldırısında takınmış oldukları dayanışma tutumunu takınmaktan kaçınmış olmaları çifte standartlı bir tutumu gösterdiği gibi, aynı zamanda teröristin arzuladığı üzere Müslümanlara karşı yeni katliam ve terör saldırılarını cesaret ve teşvik etmeye hizmet etme anlamına da gelmektedir. Bu noktada vurgulamamız gereken bir başka husus da dünya liderlerinin vahşi saldırıya karşı gösterdikleri tepkidir. Saldırının hemen ardından çok sayıda ülkeden gelen mutat kınama beyanlarının dışında Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Arden ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın olayı ele alış biçimleri mevkidaşlarınınkinden farklılık içermektedir. Başbakan Arden’in konuya dair verdiği beyanatlardan cami ziyaretlerine kadar büyük bir sarsılmışlık ve empati duygusu ile hareket ettiği görülmüştür. Başkan Erdoğan da hem katliamı bir terör saldırısı olarak nitelendirmekten imtina eden Batılı iktidar çevrelerinin önemli bir bölümünü hem de duyarsızlığın zirvesine tırmanmış durumdaki çok sayıdaki Müslüman ülke yöneticisini eleştirileriyle hedef alarak güçlü bir mesaj vermiştir. Erdoğan, aynı zamanda on yıllardır pişirilmeye çalışıldığı görülen Batı-İslam çatışmasında Müslümanların kolay teslim olmayacaklarına da vurgu yaparak kararlılığını gösterirken, Yeni Zelanda’ya gerek Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nu göndererek gerekse bizzat yaralı ve şehitlerin ailelerini telefonla arayarak bir kez daha kimsesizlerin kimi olduğunu göstermiştir. Başkan Erdoğan’ın bu tutumu, dünyanın neresinde olursa olsun Müslümanların her tür sıkıntısında yanlarında bulunan ülke olarak Türkiye’yi öne çıkarmaktadır.
Medeniyetler çatışması
1993 yılında Samuel Huntington’un ‘’Medeniyetler Çatışması’’ isimli makalesiyle pandoranın kutusunun açıldığı andan itibaren geldiğimiz sü-reçte önümüzde bulunan iki seçenek kısaca savaş ve barıştan başka bir şey değildir. Bu çerçevede, her ne kadar El-Kaide, DEAŞ ve türevleri gibi örgütler aracılığıyla saldırgan-kurban denklemi tersyüz edilmeye çalışılsa da tarihsel olguların ışığında yorum yaptığımızda durum bundan fark-lıdır. Birçoğumuzun bildiği gibi İslam’ın tarih sahnesine adım atmasından itibaren İslam düşmanlığı da kendini göstermeye başlamıştır. Eski dö-nemlerde Haçlı Savaşları ile zirvesine çıkan İslam düşmanlığının Soğuk Savaş gibi dar tarihsel aralıklarda taktiksel iyi ilişkilere evrildiği görül-müşse de Irak ve Bosna’da yüzbinlerin katledilmesi ile açığa çıktığı üzere genel gidişata tekrar geri dönülmüştür.
Batılı erk sahiplerinin şapkalarını önlerine koyup düşünmeleri gereken en temel mesele Müslümanları ötekileştirmekten vazgeçip vazgeçmeyecekleridir. Batı olarak nitelendirdiğimiz coğrafyada şiddetin dozajının görece düşük olması ve maddi-manevi kayıpların ağırlıklı olarak İslam dünyasında ger-çekleşmesi belki Batılı güç sahiplerine umursamazlık içinde bulunma imkanı sunuyorsa da orta ve uzun vadede İslam dünyasında yakılan ateşin alevlerinin Batılı başkentlere de ulaşacağını öngörmek bir kehanet olarak değerlendirilmemelidir. Özellikle kıta Avrupa’sında on yıllardır ötekileştiril-diğini ve daha da önemlisi her daim varlığının sorgulandığını düşünen Müslüman kitlelerin arasında bu şartlara isyan edecek ve devletin yeterince tatmin etmediği güvenlik duygusunu tesis etmeye çalışacak bireylerin var olduğu düşünülürse, söz konusu durumun kaçınılmaz olarak Paris’te, Lond-ra’da, Berlin’de, New York’ta ve diğer Batılı ülke başkentlerinde Müslüman topluluklar ile Batılı faşist güçlerin silahlı çatışmalarına kadar varabilece-ğini ifade edebiliriz. Halihazırda aşırı sağcı güçleri kontrol edemeyen/etmeyen (burada Avusturya ve Almanya’da devlet istihbarat teşkilatlarının aşırı sağcı teröristlerle iç içeliğini hatırlamak gerekir) Batılı ülke yönetimlerinin vuku bulması muhtemel iç savaş ortamını bertaraf etmek için irade ortaya koyup koymayacakları meçhuldür. Yine yukarıda da değinildiği gibi söz konusu iradeyi ortaya koyacaklarsa da aşırı uçları kontrol etmeye güç yeti-rip yetiremeyecekleri de yoruma açık bir olgudur. Son ihtimal olarak Nazi güçlerinin iktidarı ele geçirme süreçlerinde olduğu gibi aşırı sağcıların Batılı ülkelerdeki güç mekanizmalarını tümden kontrol ettikleri bir vasatta ise bizi bekleyen yeni bir Endlösung’dan başkası değildir.
Müslüman Müslümandır
Bu noktada Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın uzun zamandır hem içeride hem de diasporada sağlamaya çalıştığı siyasal konsolidasyonun, ne ka-dar yerinde bir tavır olduğunu, yaşanan her olayla birlikte kendini açığa çıkardığını ifade etmeliyiz. Her ne kadar içeride ‘’tek seslilik’’, ‘’otoriterleşme’’ ve daha uç bir ifadeyle ‘’diktatörleşme’’; diasporada da ‘’Türkiye/Erdoğan bizi zor duruma düşürüyor’’, ‘’Türkiye’dekiler buraları bilmiyor’’ gibi ifade-lerle bir türlü anlaşılmayan/anlaşılmak istenmeyen söz konusu çaba, geleceği kaçınılmaz olan kavgaya hazırlıktan başka bir şey değildir. Bu çerçeve-de Batılı mahfillerin tarih boyunca anladıkları tek dil olan güç unsurunu kullanan akıllı bir yönetimin Müslümanların karşılaşacağı zararların tümünü engelleyemese bile en azından hafifleteceğini söyleyebiliriz. Bu noktada Erdoğan’ın söz konusu vizyoner hamlesine bilerek ya da bilmeyerek engel olmaya çalışan bilimum iç muhalefetin anlaması gereken en önemli nokta, ister seküler ister dindar olsun, ister Alevi ister Sünni olsun, ister Türk ister Kürt olsun Batı’da yaşayan Müslüman kökenli her bir birey faşist Batılı zihin kodlamasında düşman kategorisinde değerlendirilmektedir. Bu tespiti güçlendiren yakın tarihimizden bir örnek yine Bosna’da karşımıza çıkmıştır. Hatırlanacağı gibi savaş öncesinde Bosnalı Müslüman halkın İslam’la ilişkisi ‘’kültürel Müslümanlık’’ olarak nitelenebilecek düzeye daha yakın idi. Buna rağmen başta Sırp ve Hırvatlar olmak üzere Batı dünyasının Bosna Müslümanlarına karşı tavrını hepimiz biliyoruz.
Diaspora ve sonraki nesiller
Bu noktada taktiksel hedefler doğrultusunda Batılıların zaman zaman Müslüman toplumlara yönelik kimliksel ayrımlara vurgu yaparak toplu-mun alt gruplarını birbirleriyle dövüştürürken kimi zaman bir gruptan kimi zaman da diğer gruptan yana görünmelerinin bizi yanıltmaması gerekir. Son tahlilde Batı dünyasının liderleri, rakipleri olarak gördükleri İslam toplumlarını, zayıflatma ve tarih sayfalarına güçlü bir şekilde yeniden dönme çabalarını sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Bu çerçevede ülkemizin özellikle Batıcı kesimlerinin realiteden kopuk değerlendirmelerinin Batı toplum-sal hayatında bir karşılığı olmadığının ispatı, seküler Yahudilerin sonlarının diğerlerinin sonlarından farklı olmadığı gerçeğidir.
Diasporadaki insanlarımızın da içinde yaşadıkları ülkelerdeki yönetimler tarafından taktiksel manada kendilerine uzatılan havuçların cazibesine kapılırken bir lahza düşünüp yine Yahudi tarihinden örneklere bakmaları kendileri ve nesilleri için hayati önem arzetmektedir. Bu çerçevede diaspo-ranın Yahudilerden avantajlı olduğu noktanın, dönülebilecek ve esenlik içinde yaşanabilecek bir toprak parçasının mevcut olmasıdır. Söz konusu toprak parçasının mevcudiyetini devam ettirmesi isteniyorsa diasporanın tüm aktörlerinin bindikleri dalı kesmemeleri gerekir.
[Star, 23 Mart 2019].