Türkiye hem bölgesel hem de küresel güç dengelerine etki edebilecek tarihi bir seçim gerçekleştirecek. Son 20 yılda Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğindeki AK Parti iktidarlarında Türkiye hem büyük sınamalardan geçti hem de önemli başarılara imza attı. Türkiye’nin uluslararası arenada oynadığı rol açısından bakıldığında bölgesel çatışma ve küresel güç mücadelesi süreçlerinin kendi adına dış politika üretme iradesiyle yönetildiğine şahit olduk. Halkın yapacağı seçimin iç siyasi gelişmeler, ekonomi ve güvenlik gibi birçok konuyla birlikte dış politika açısından da kritik sonuçları olacak.
Türkiye son yirmi yılın en önemli kararlarından biriyle AK Parti’nin iktidara gelmesinin hemen sonrasında Irak konusuyla karşı karşıya kalmıştı. ABD’nin Saddam rejimine karşı kuzeyden cephe açma isteğinin TBMM’de reddedilmesiyle henüz yeni iktidara gelmiş hükümet dramatik bir biçimde değişecek bölgesel güç dengeleri karşısında net bir tavır almaya zorlanmıştı. Birinci Körfez Savaşı’nın getirdiği güvenlik sorunlarının tekrarını yaşamak istemeyerek ABD’ye hayır diyen Türkiye’nin kendi adına dış politika üretmesi bir zorunluluk haline gelmişti. Neoconların aşırı etkili olduğu işgal sürecinde ABD’ye hayır demesiyle bütün dünyada alkış toplayan Türkiye, güvenlik kaygıları nedeniyle işgal sonrası sürecin dışında kalmamak için de önemli çaba gösterdi.
Türkiye Irak’ın işgali ve küresel terörle savaş gündeminin bölgeyi kasıp kavurduğu bir dönemde Bush yönetiminin ‘Şeytan Ekseni’ içinde tanımladığı Suriye’yle ilişkilerini geliştirerek bu ülke üzerinden Ortadoğu’yla ilişkilerini yeniden tanımlama çabasına girdi. PKK lideri Öcalan’ın Şam’ı terk etmesi ve Beşar Esad döneminin değişim umudu vermesi bu süreci kolaylaştırırken Erdoğan Suriye’yle ilişkilerin normalleşmesi için uğraştı. Bu sayede hem Türkiye’nin Ortadoğu’yla ticaretin artırılması hem de bölgedeki diplomatik ağırlığın artırılması sağlandı. Suriye’yle İsrail arasında barış sağlanması için yürütülen gizli görüşmeler Türkiye’nin bölgesel aktör olma hedefine doğru ilerlediğinin örneklerinden biri oldu.
Avrupa Birliği adaylık sürecinin başta Türkiye’nin profilinin yükselmesine ve Avrupa’yla entegrasyon sürecinin derinleşmesine yol açmasına karşın Fransa ve Almanya’nın Türkiye’nin üyeliğine soğuk bakması en kritik sorun olarak ortaya çıktı. Avrupa’yla ekonomik ilişkilerin ve kurumsal entegrasyonun bu engellere rağmen devam etmesine ve Türkiye’nin Kıbrıs meselesini çözmek için elinden geleni yapmasına karşın üyelik süreci zamana yayılarak içi boşaltıldı. Batı’yla ilişkilerde genelde Türkiye’nin yapmadıklarının konuşulmasına rağmen Batı ittifakı içerisinde yaşanan kafa karışıklığı ve stratejik akıl tutulmasının sonuçları pek gündeme getirilmedi.
Türkiye gerek Irak ve Suriye gerekse Avrupa’yla ilişkiler örneklerinde görüldüğü gibi kendi dış politikasını ulusal çıkarları etrafında belirleyen bir çizgide ilerlemeye devam etti. Belli bir ittifakın içinde yer alıp dış politikayı bu ittifakın tercihlerine göre otomatiğe bağlama gibi bir opsiyonun olmadığının farkında olan Erdoğan, Türkiye’nin oyun kurucu bir aktöre dönüşmesinde ısrarcı oldu. Arap Baharı başladığında yeni bir bölgesel depremin eşiğinde olduğunun farkına varmakta vakit kaybetmeyen Türk dış politikası, genel olarak halk hareketlerinin yanında yer aldı ancak Esad rejiminin Suriye’yi iç savaşa sürüklemesine engel olamadı. Suriye meselesinin çözümü için girişimlerini sürekli güçlü tutan Türkiye, terörle mücadele ve mülteci meselelerinde özellikle 2016 sonrasında doğrudan askeri müdahaleyle Kuzey Suriye’de en etkin aktör haline geldi.
Türkiye’nin dış politikada son yirmi yılda öne çıkan en önemli özelliğinin bölgesindeki gelişmelere ve küresel güç mücadelelerine seyirci kalmayı reddetmesi olduğu söylenebilir. Erdoğan Avrupalı bazı liderlerin dışlama çabalarından yılmayarak farklı liderlerle rasyonel ve pragmatik ilişkiler kurma konusunda başarılı oldu. Üyelik sürecindeki olumsuz gidişatı ekonomik ilişkilerden ayıran tavrıyla siyasi zorlukların Türkiye’yi küstürmesine izin vermedi. NATO içerisinde Türkiye’nin etkin tavrını artırarak korurken terörle mücadele ve göç gibi konuların ittifakın gündemine girmesini sağladı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline Ukrayna’ya destekle karşılık verirken Rusya’yla ekonomik ilişkilerin devamı üzerinden ülkenin çıkarlarını ve istikrarını korumaya çalıştı.
Türkiye’nin ulusal savunma sanayiinde kaydettiği ilerlemeler milli çıkarlar doğrultusunda kendi dış politikasını üretme iradesinin hem yansıması hem de destekleyicisi oldu. Yeni milli savunma sanayii kabiliyetleri, Türkiye’nin Azerbaycan’ın işgal altındaki topraklarının kurtarılmasında ve Libya’da Trablus hükümetinin ayakta kalarak deniz yetki anlaşmasını imzalamasında kritik rol oynadı. Bu sayede Güney Kafkasların ve Doğu Akdeniz’in jeopolitik dengelerini değiştiren Türkiye hem enerji güvenliği hem de bölgesel etki açısından önemli kazanımlar elde etti. Bu örnekler Türkiye’nin son yirmi yılda yeni bölgesel gelişmeler karşısında kendi ulusal çıkarlarını esas alarak dış politika geliştirme anlayışının geldiği noktayı gösteriyor.
14 Mayıs’ta Türkiye iktidarla muhalefet arasında bir tercih yaparken bu vizyonun devam edip etmeyeceğine de karar vermiş olacak. Muhalefetin adayı Kılıçdaroğlu’nun seçim kampanyası döneminde dış politikayla ilgili sınırlı vaatlerinin daha çok Suriye’yle normalleşme ve sığınmacıların geri dönüşüne odaklandığını gördük. Bu vaadin iç politikada bir karşılığı olduğu gerçek ancak bu konuda iktidarın adım attığı ve belli bir süredir hem PKK’nın opsiyonlarını azaltmak hem de sığınmacıların gönüllü dönüşünü sağlamak için Suriye’yle görüşmeler yaptığı biliniyor. Kılıçdaroğlu’nun Avrupa’yla vize sorununun aşılacağı vaadinin Avrupa ve Batı’yla ilişkilere ilişkin kapsamlı bir vizyon ortaya koyduğunu söylemek de zor.
Orta Asya’yla ilgili vaatlerin de gerek Azerbaycan’ı dışlayan görüntüsü gerekse daha çok Çin’in Bir Kuşak, Bir Yol projesine benzemesi dış politika perspektifini anlamamız için yeterince veri sağlamıyor. Ukrayna ve başka konulardaki mesajlarına da bakıldığında Kılıçdaroğlu’nun genel olarak Avrupa’yla uyumlu ve daha geleneksel bir dış politika izlemek isteyeceğini tahmin etmek mümkün. Buna karşın küresel güç mücadeleleri ve bölgesel krizler karşısında çözüm üretmekte zorlanan Avrupa’nın Türkiye’nin dış politika sınamalarında etkin ve yeterli bir partner olamayacağı açık.
Çoğu ülkede seçmenin öncelikli olarak ekonomi ve güvenlik gibi konuları öncelediği ve dış politika meselelerine daha ikincil bir rol biçtiği yaygın bir vakadır. Ancak Türkiye’de hem ekonominin ihracat ve enerji gibi boyutları hem de güvenliğin bölgesel terör örgütleriyle de ilgili olması, dış politikaya farklı bir önem atfedilmesini sağlıyor. Bu bağlamda Erdoğan’ın son yirmi yıllık dış politika performansının iç politikadan soyutlanması pek de mümkün değil. Halkın Türkiye’nin böylesi zor bir coğrafyada olması itibariyle ülkeyi bir yandan sıcak çatışmadan uzak tutmayı bir yandan da etkin bir aktör olmayı başaran bir vizyona prim vermesi şaşırtıcı değil. Önümüzdeki dönemde Türkiye ABD’yle Rusya-Çin hattı arasındaki küresel mücadeleyle bunun bölgesel yansımaları arasında kritik tercihler yapmak zorunda kalmaya devam edecek. Seçim sonuçları bu tercihlerin nasıl bir vizyon doğrultusunda gerçekleşeceğine de karar vermiş olacak.
[Yeni Şafak, 12 Mayıs 2023].