Rapor Alman Gençlik Dairesi Tarafından Koruma Altına Alınan Türk Kökenli

Rapor: Alman Gençlik Dairesi Tarafından Koruma Altına Alınan Türk Kökenli Çocuklar

Bu rapor Gençlik Daireleri ile Türk ve Müslüman kökenli göçmen aileler arasında yaşanan sorunlarla ilgili olarak ortaya atılan iddialara ilişkin Türk ve Alman kamuoyuna bilgi sunmak ve kamuoyunun dikkatini bu konuya çekmek amacıyla hazırlanmıştır.

Devamı

Amacı her ne olursa olsun, Gül’ün post-politik siyaset tercihi milletin iktidarının ve dolayısıyla demokratik siyasetin sınırlandırılması sonucunu doğuracaktır. Öte yandan, bürokratik vesayetin ortadan kalkıp milli iradenin hâkim olduğu demokratik bir siyasi ortamda, post-politik siyasetin seçmende ciddi bir karşılık bulması mümkün değildir.

Türkiye'de medyanın serencamı konulu bir yazıya, klişe de olsa “Türkiye nevi şahsına münhasır bir ülke” gibi bir tespit ile başlanabilir. Zira Türkiye’de medyanın durumu da gerçekten nevi şahsına münhasır bir görüntü çiziyor. Yöntemsel olarak emperyal gururu olan ülkelerin istisnailik iddiasına delalet eden nevi şahsına münhasırlık iddiası, iyi idare edilmediği takdirde kibir ve gururun karışımına dönüşebilir. Türkiye ile ilgili analizlerdeki en temel sıkıntı da buradan, yani kibir ile gururun ayrıştırılmamasından kaynaklanıyor. Bu da, kibrin, benmerkezci bir pozisyondan konuşan, temelsiz, ahlakçı iddialarına karşın gururu savunanların pozisyonlarını maddi gerekçelerle ya doldur(a)mamaları ya da doldurmaya tenezzül etmemeleri durumunu ortaya çıkarıyor. Türkiye’de medyanın kendine özgülüğü de işte tam bu noktada, Türkiye’nin birkaç asırdır süregelen ve hâlâ çözülememiş “gururun ekonomisi” olarak adlandırabileceğimiz temel bir problemde; yani gururun nasıl, ne şekilde ve kimler tarafından üretileceği, tüketileceği, paylaşılacağı ve dağıtılacağı meselesinde kendini gösteriyor.

Barack Hüseyin Obama’nın Amerika Birleşik Devletleri’nin 44. başkanı olarak seçilmesi, Amerika’nın sosyal ve siyasi tarihinde bir dönüm noktasıdır. Kampanyasını değişime dayandıran Obama’nın “Evet, yapabiliriz” sözüne duyulan inanç, kendisine sadece seçimleri kazandırmamış, aynı zamanda farklı bir vizyon ve yeni bir gelecek kurgulayabilmesi için ihtiyaç duyacağı desteği de sağlamıştır.

Avrupa Komisyonu Genişleme Genel Müdürlüğü’nün 6 Kasım’da yayınladığı İlerleme Raporu Türkiye-AB ilişkilerini tekrar gündemimize taşıdı. Raporda hem olumlu gelişmelerin hem de karşılanmayan beklentilerin altı çiziliyor ve Türkiye’ye bazı eleştiriler yöneltiliyor. Raporla ilgili tartışmalarda eleştiriler ve talepler olduğu için Türkiye’de AB karşıtlığı, Avrupa’da ise reformlar yavaşladığı ve beklentilerin de yerine getirilemeyeceği bahanesiyle Türkiye karşıtlığı daha çok ön plana çıkıyor. Avrupa’da Türkiye karşıtı kesimler sadece raporda belirtilen eksikliklerin değil Avrupa ile Türkiye arasında derin bir kültürel farklılık olduğu görüşünün arkasına sığınıyor. Bu söyleme açıklık getirilmesi ve eleştirel bir cevap verilmesi gerekiyor.

Türk ve Kürt Ulusalcılıklarının Bugünkü Manzarası

Kürt sorununun -özellikle demokratikleşme, terör ve bölgesel kalkınma bağlamlarıyla- Türkiye’nin 2006 yılında başını ağrıtacak ve yüzleşmek zorunda kalacağı başlıca konulardan biri olduğu çokça dile getirildi. Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar krizlerden kaçınma arzusuyla halı altına süpürülen ve bir şiddet olayı yaşanıncaya kadar da bahsi açılmayan Kürt sorunu, ülkenin derin gündemi olarak neşter atılmadığı için ur gibi büyümeye devam ediyor. Kürt sorunu hakkında bu dönemde adamakıllı düşünmekten ve konuşmaktan sakınmanın vebali büyük olacaktır. Toplumsal barışı sürdürmeye ve tarafların tansiyonlarını düşürmeye yönelik somut faaliyetler gözle görülür hale getirilmezse, 2007 seçimleri Güneydoğu’da Kürtçü, kalan yurtta Türkçü partilerin oylarını arttıracağı muhakkaktır. Mart ayı sonlarında, özellikle Nevruz ile birlikte Türk ve Kürt ulusalcılıklarının kapışma noktasına geleceğine dair senaryo iddialarında bulunmuş olmaları dikkate alınacak olursa,1  medya camiasının çözüme katkı sağlayacak bir dil geliştirmek yerine, yangını seyretmeyi tercih ettiğini söylemek abartı olmayacaktır. Hatta, beklenen şiddet olaylarının çıkmamış olmasından duyulan gizli bir üzüntüyü Nevruz günlerinde çıkan gazete başlıklarından sezinlemek de mümkündür.

Devamı

Türk siyaseti ve üç tarz-ı muhalefet

Demokrat Parti 1950 seçimlerine "Yeter! Söz Milletindir!" sloganıyla girdiğinde en büyük şoku, CHP'liler ve seçmen vatandaş, yani milletin kendisi yasamıştı. Rivayet olunur ki CHP'liler bu slogandan ve o meşhur "Dur!" diyen el posterinden o kadar etkilenirler ki afişi hazırlayan mimar Selçuk Milar'dan CHP için de bir poster hazırlamasını isterler.Milar, CHP'li vekillere posterindeki cümleyi aynen tekrar eder ve halk oyuyla CHP'nin artık gitmesi gerektiğini söyler.

Devamı

Medya ile aynı düzlem ve ortamlarda yer alan aktörler ve kurumlar arasındaki ilişkileri kıyaslamak çoğu zaman yine medyanın mecra olarak kullanıldığı bir tartışma biçimini kabullenmek anlamına geliyor. Medyayı anlamaya çalışmak ya da tartışmak en başından ona bir enstrüman olarak başvurmayı zorunlu hale getirdiği için hem bir paradoksu, hem de ona karşı eleştirel bir duruş geliştirmeyi imkansız kılan zımnî bir benimseyişi beraberinde getiriyor. Bir de söz konusu edilen şey etik ise, ahlakî konumu gücü oranında sıkıntılı hale gelen medyanın tartışılması, ancak yine onun niyet ve iradesiyle gerçekleşebiliyor.

Bir Eurovizyon yarışmasını daha kaybettiğimiz şu günlerde dikkatler yeniden 22 Temmuz'a giden sürece yoğunlaşmış durumda. Tatile çıkan ve çıkmayan insanlar olarak "Yaz ortasında seçim mi olur?" muhabbetini sıklıkla duyacağız. Sezer'in Anayasa değişiklikleri paketini veto etmesi de gündemimizi işgal edecek. Nerede olursak olalım 22 Temmuz seçimlerinin ne getirip ne götüreceğini hep beraber göreceğiz. 27 Nisan muhtırasıyla başlayan süreç Türk siyasi hayatında yeni bir milattan çok önemli bir aşamayı temsil ediyor.

Siyaset, sonuç alma sanatıdır. Bu anlayışla hareket eden siyasilerimiz, sonunda isim listelerini açıkladılar ve secim kampanyalarına start vermiş oldular. Ortaya çıkan tablo, Türk siyasetinin normalleşip normalleşmeyeceğine dair hiç bir ipucu vermiyor. Çünkü yapılan bazı transferler “ne kadar enteresan” dedirtmekten öte bir anlam ifade etmiyor. Neyin vitrin, neyin açılım, neyin adam kapma olduğu belli değil. “İsim piyasası”nda yaşananlar, daha başlamadan 22 Temmuz 2007 seçimlerinin yine popülizm ekseninde ilerleyeceğini gösteriyor. Şarkıcı, artist, sunucu, sporcu, manken derken siyasi partiler yeni açılımlar yapmış oldular.

Türkiye’nin tampon devlet kimliğinden hızlı bir biçimde proaktif ve çok boyutlu diplomatik aktivizme geçişi, son dönem Türk dış politikasının amaç, niyet ve realizmi hakkında bazı soru işaretlerine neden olmuştur. Belli alanlarda ve belli durumlardaki bu soru işaretleri, Türkiye’nin yönelimleri hakkında artan bir şüpheciliğe dönüşmüştür. Bu makale, üç tür şüpheci yaklaşım olduğu, bunlardan ikisinin Türk dış politikasının yeni dinamiklerini anlamaktan uzak olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun yerine bu çalışma, yeni proaktivizmin yaşama imkanı ve potansiyel yönelimlerini mütalaa etmek için üç objektif kriter sunmaktadır, yani ortam, kapasite ve strateji. Bunun da ötesinde bu çalışma, çok boyutlu ve yapıcı dış politika aktivizminin sürdürülebilirliği için Türkiye’nin, Avrupa Birliği çıpasını kendi dış politikası ve sağlam demokrasisinin ana ekseni olarak görmesi gerektiğini ifade etmektedir.

Batı dünyasının en saygın gazete ve dergilerinde Türkiye’nin Transatlantik sisteminden uzaklaşarak yüzünü Ortadoğu’ya dönmesi şeklinde bir eksen değişikliği içinde olup olmadığına dair hararetli bir tartışma var. Batı medyasında yoğun şekilde bu konuda yorum, makale ve köşe yazıları yayınlanıyor. Türkiye’nin dış politika yönelimine ilişkin bu ateşli tartışmayı dikkatle takip eden Türk liderler ise ısrarla mevcut pozisyonun devam ettiğinin altını çiziyorlar. Eksen kayması iddialarına karşı Türk liderlerin yaptıkları bu açıklamalara rağmen, Türkiye’nin kimliği ve dış politikada yönelimi hakkındaki tartışmalar hız kesmiş değil. Türk dış politikasında bir değişim süreci yaşandığı doğrudur. Ancak bu değişim süreci, Türkiye’nin Batı ile bağlarını kopararak bunların yerine Doğu ile yeni bağlar kurması olarak görülmemelidir. Yaşanan daha çok Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile kaçınılmaz olarak ortaya çıkan güç kaymasının sonuçlarıdır ve yeni yüzyılın bir gerçeğidir.

Balkanlar coğrafi, ekonomik ve kültürel anlamda tam bir geçiş bölgesi. Asya'dan Avrupa'ya, Baltıklar'dan Akdeniz'e, geniş bir Afro-Avrasya coğrafyasının merkezinde yer alıyor. Bu coğrafyada tarihi olarak Doğu-Batı ve Kuzey-Güney hatlarında ekonomik etkileşim yoğun yaşandı. Balkanlar aynı zamanda farklı kültürlerin iç içe geçtiği, kaynaştığı bir yer oldu. Balkanlar'ın bu çok boyutlu geçiş özelliği bugünkü çok dinli, çokuluslu girift yapıyı ortaya çıkardı.Balkanlar tarihi olarak Osmanlı dönemi hariç uluslararası sistemin hep çevresinde kaldı. Bu coğrafyadan Asya içlerine kadar yayılan Büyük İskender'in imparatorluğu, Balkanlar'ı merkezine almadı. Büyük şehirleri Anadolu ve Asya'da yer aldı. Aynı durum Roma İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları dönemlerinde yaşandı. Balkanlar bu imparatorlukların çevresinde yer aldı. Benzer durum halihazırda AB ile yaşanıyor. Balkanlar, imparatorlukların ve güçlü devlet yapılarının hemen yanıbaşında kaos ve istikrarsızlıkla anılageldi.

Politik yer tutuşların dış politikayı anlama biçimini şekillendirdiği bir ortamda nasıl sağlıklı bir Türk dış politikası okuması yapılabilir? Bu sorunun uzantılarını ‘eksen kayması’ tartışmasından Türkiye-İran ilişkileri ve İsrail’in Gazze filosuna yaptığı saldırı sonrasındaki tartışmalara kadar birçok temel dış politika meselesinde görmek mümkündür.Türkiye’de her zaman iç (politik) gündem dış gündemin önünde gelmektedir ve bu manzarayı yazılı ve görsel basında da görmek mümkündür. Türkiye’nin de içinde olduğu ve tüm dünyanın gözünü diktiği çok önemli konular dahi bir iç gündem maddesi öne çıktığında birkaç günde unutulabilmektedir. Bu bakımdan, Türkiye’nin giderek küresel ölçekte önemli roller oynadığı bir süreçte Türk basınındaki dış haberciliğin ne durumda olduğu derinlemesine incelenmesi gereken bir konudur.

“Söz”ün değeri sahibine göre ölçülür; yani sözün kendisi kadar onu “kimin” söylediği ve “nasıl” söylediği de önemli. Dolayısıyla doğru bir sözü doğru bir şekilde ortaya koyabilmek sahici bir meziyet. Bunun aksine yanlış bir sözü doğruymuş gibi aktarmak ya da doğru bir sözü yanlış bir biçimde iletmek ise vahim sonuçlar doğuruyor. Türk medyasının en temel sorunlarından biriyle tam da bu noktada yüzleşiyoruz: Medyamızda sözün özüne, yani “ne” söylendiğine, tarafsız bir biçimde bakmadan ve de sözün doğruluğunu yeterince araştırmadan haberler üretilebiliyor.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Enine Boyuna'da Türk dış politikasının 2010 yılını değerlendirdi.

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir.

Arap Baharı'nın ardından Türk dış politikasının performansı gerek taktik gerekse stratejik düzeyde yakından takip edilir hale geldi. 

Türk Dış Politikası Yıllığı serisinin ikinci kitabında, Türkiye’nin yeni dış politikası 2010 yılı ekseninde analiz ediliyor.

“Avrupa’nın Türk Dış Politikası Algısı” başlıklı SETA raporu Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın katılımıyla gerçekleşen bir panelle tanıtıldı.