ABD'nin AF-PAK Stratejisi Ekseninde Afganistan Seçimleri

20 Ağustos 2009 tarihinde Afganistan’da tüm dünya tarafından ilgiyle izlenen bir seçim yapıldı. Seçim, özelde Afganistan’ın başkanını ve eyalet meclisi üyelerini belirlemek üzere yapılsa da, seçimlerin tüm dünya tarafından ilgiyle izlenmesi sorunun sadece Afganistan’la sınırlı olmadığını gösteriyor. Afgan seçimlerinin sonucu, Afganistan’da kimlerin iktidara geleceğini göstermenin çok ötesinde, Afganistan’ın önümüzdeki yıllarda nasıl bir ülke olacağını, ülke içindeki egemen güçlerin kimler olacağını, ülkenin kurumsallaşmasının ne düzeyde kalacağını ve ülke yönetimine talip yerli ve yabancı güçler arasında ne tür ittifakların kurulacağını da belirleyecek.

Devamı
ABD'nin AF-PAK Stratejisi Ekseninde Afganistan Seçimleri

Başkasının Savaşında Pakistan Yanıyor

PAKİSTAN’IN eski başkanlarından ve Pakistan Halk Partisi (PPP) lideri Benazir Butto’nun öldürülmesi, bu ülkede uzun yıllardır yaşanan kaosun hangi boyutlara ulaştığını gösteriyor. Askeri vesayet, abartılmış dış tehdit algısı, kötü yönetilmiş Keşmir sorunu, geleneksel toplum yapısı ve elitist siyasi parametrelerin arasında sıkışıp kalmış olan Pakistan’ın her istikrar hamlesi, paradoksal bir şekilde ülkeyi demokrasi ve şeffaflıktan uzaklaştırdı.

Devamı

Afganistan'daki durumun vahameti Amerikan başkanlık seçimleri aracılığıyla uluslararası toplumun gündemine taşındı. Amerika'nın Afganistan'ı işgal ettiği 2001 yılının iyimser atmosferi geride kaldı.

ABD’nin yeni yönetimi, bölgelerinde lider olan ülkelerle (Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya) ilişkilere özel bir ihtimam gösteriyor. Bu ülkelerin liderleri ile görüşme aralığını sıklaştırırken, bölgelerinde lider olma potansiyeline sahip ülkelerle (Türkiye, Güney Kore, Güney Afrika gibi) işbirliği arayışlarını da artırıyor.

Obama, ülkesi ile Rusya arasındaki ilişkilere "yeni bir ayar" vermek üzere Moskova'da. Obama'nın bir dünya lideri olarak algılandığına şüphe yok. Rus halkının yüzde 72'si Obama ile bir şekilde ilgili ve yüzde 45'i saygı duyuyor. Obama'nın Moskova ziyareti haftalarca öncesinden Rusya'da heyecan uyandırmayı başardı.

İslam dünyası tarihinin önemli dönüm noktalarından birini yaşıyor. Küresel sisteme entegre olmakla kendisi kalmak arasındaki gerilim, çağdaş Müslüman toplumların siyasi ve kültürel tercihleri üzerinde doğrudan bir etkiye sahip. Türkiye, Mısır ve İran gibi ülkelerin modernleşme serüvenleri, aynı zamanda derin çelişkilerin tarihi. Modernleşme adına büyük bedeller ödemeyi göze alan Müslüman toplumlar ne modernleşebildiler ne de kendilerine has bir zaman-mekan telakkisi geliştirebildiler. Öte yandan modernleşmenin nimetlerinden bugüne kadar siyasi elitler ve onlara yakın duranlar faydalandı. İslam toplumları modernleşmeyi merkeze karşı çevreyi zayıflatan bir süreç olarak tecrübe etti ve bu fiili durum bugün de devam ediyor. Çevrenin siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda yaşadığı marjinalleşme, İslam dünyasında farklı gerginlik alanlarının doğmasına neden oluyor. İslam coğrafyasının yer yer askerî, çoğu zamansa siyasi, ekonomik ve kültürel işgal altında olması, bu gerilim noktalarına yeni bir boyut katıyor. Avrupa’nın 19. yüzyıldaki modernleşme tarihinin sömürgecilikle atbaşı gittiğini İslam dünyası unutmuş değil. 19. yüzyılın ikinci yarısında Mağrib’den Endonezya’ya kadar İslam coğrafyasının yaklaşık yüzde 80’inin fiili işgal altında olduğu gerçeği, kolektif hafızada yaşamaya ediyor

İslam Dünyası Parlak Geçmişini Arıyor (III)

Geçen iki yazıda İslam dünyasındaki temel gerginlik alanlarına temas etmiş ve zaman ve mekan telakkilerinden merkez-çevre ilişkisine kadar bir dizi sorunun bu gerginlikten kaynaklandığını söylemiştik. İslam dünyası bu sorunlara çözüm bulabilmek için yoğun bir fikri çabanın içerisinde bulunuyor. İKÖ’nün 9-11 Eylül tarihleri arasında düzenlediği Mekke toplantısı bu sorunların ele alındığı önemli platformlardan biriydi. Malezya’dan Pakistan’a, Türkiye’den Senegal ve Bosna’ya İslam dünyasının pek çok ülkesinden gelen alım ve aydınlar, siyaset, ekonomi ve kültür-düşünce başlıkları altında pek çok sorunu ele aldılar. Paralel olarak yapılan panellerde sorunlar özgür bir ortamda ve eleştirel bir dille tartışıldı. İKÖ Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun başkanlığını yaptığı konferans, hem geliştirdiği yeni vizyon hem de sunduğu çözümler açısından benim beklentilerimin üzerinde bir başarı elde etti. Toplantıya Ahmet Davutoğlu, Ali Bardakoğlu, Lahdar Brahimi, Kemal Hasan, Hurşit Ahmed, Osman Bugaje, Enes Karıc, Ali Cuma gibi İslam dünyasının önde gelen alim ve aydınları katıldı.

Devamı

İslam Konferansı Teşkilatı Zirvesi Eskinin Tekrarı mı, Yeni Bir Başlangıç mı?

Asıl sorun, alınan kararların nasıl ve nereye kadar uygulanacağı. İKT üyesi ülkelerin zirvede alınan kararları uygulamasının önünde pek çok sorun bulunuyor. İslam ülkeleri küresel gelişmelerin merkezinde oldukları halde bu süreçte belirleyici bir rol oynamaktan uzaklar. Oysa bölgesel işbirliği programları, küreselleşmenin bölge üzerindeki menfi etkilerinin kontrol altına alınmasına önemli bir katkıda bulunabilir...     İslam Konferansı Teşkilatı’nın Üçüncü Olağanüstü Zirvesi, 7-8 Aralık tarihleri arasında Mekke’de yapıldı. Geçtiğimiz yıl hac sırasında Suudi Arabistan Kralı Abdullah ibn Abdulaziz’in daveti üzerine toplanan zirvede, İslam dünyası için yeni bir vizyon çağrısı yapıldı. Devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı zirvede, İslam dünyasının öncelikli sorunlarını ele alan Mekke Bildirgesi kabul edildi. Bunun için İKT’nin yeni bir yapıya kavuşturulmasını öngören 10 Yıllık Eylem Planı da onaylandı. Zirveye ev sahipliği yapan Suudi Arabistan Kralı Abdullah, açılış konuşmasında İslam dünyasının birlik ve dayanışmaya ihtiyaç duyduğunu ve tekfir ve terörizm gibi aşırı akımlara karşı mücadele edilmesi gerektiğini söyledi. Bunlar, aynı zamanda zirvenin ana gündem maddelerini oluşturuyor. Zirvede Türkiye’yi Meclis Başkanı Bülent Arınç ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül temsil etti.

Devamı

DÜNYA yeni bir düzenin kurulma sancılarını çekiyor. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından tasfiye edilen klasik imparatorlukların yol açtığı iktidar boşluğu kendini İkinci Dünya Savaşı’nda gösterdi. Bu savaşın ardından ortaya çıkan güç boşlukları ise Soğuk Savaş şeklinde tarif edilen nispi denge ile dolduruldu.

Türkiye’deki kimlik tartışmalarının kimlik siyaseti üzerinden yapılması, bir tarafta bu ülkenin asli unsurlarının marjinalize edilmesine öte tarafta herkesin sahiplenebileceği Türkiye diye bir bütünün küçülmesine yahut ortadan kalkmasına neden oluyor. Hak elde etmek adına kendilerini bu siyasetin aktörü olarak gören gruplar, “azınlıklar”ın alt gruplar olarak tanındığı ama eş-zamanlı olarak etnisizm çizgileri daha da derinleşmiş bir Türkiye’nin herkese dar geleceğini gözden kaçırıyorlar. Kimlik siyasetinin marjinal bir hak talepçiliğine dönüştüğü yer, içinde bulunduğumuz konjonktürün tarihi-siyasi bağlamından kopartılıp mutlak bir veri olarak kabul edilmesi ve kimliğimizin ve aidiyet parametrelerimizin buna göre yeniden tanımlanmasıdır. Türkiye’de devletin etno-seküler milliyetçiliğine karşı bir anti-tez üretmek ve Kürt kimliği merkezli bir hak mücadelesi vermek, bu milliyetçiliği aşmak değil, farklı bir formatta yeniden üretmek anlamına geliyor.

Her yılın bahar mevsiminde Mali’deki ünlü Cenne caminin duvarlarına yeni bir kat çamur atılır. Yağmurların erittiği çamur tabakalar, yenileriyle değiştirilir. Yaşlı genç, kadın erkek, zengin fakir herkesin katıldığı bu festivalde çamur cami, her yıl yeniden imar edilir. Atılan her yeni çamur tabakası, caminin asli kimliğini muhafaza ederken ona yeni bir hayatiyet kazandırır. Afrika Islamının bu mimari harikası çamur camisi, her yıl çamurla ve insan eliyle yeniden hayat bulur. Cenne, maddesi sürekli değişen, sureti aynı kalan bir cevher gibidir.  

Gürcistan’ın G. Osatya’ya girmesiyle başlayan Rusya ve Gürcistan arasındaki sıcak bir çatışmayla gözler Kafkaslar’a çevrildi. Ama kazan uzun zamandır kaynıyor. Öyle anlaşılıyor ki İslam dünyasında dondurulmaya çalışılan çatışmaların yerini Avrasya’da etnik ve dini temelli sıcak çatışmalar alacak. Ufak etnik çatışmalar dahi giderek jeopolitik mücadelelerin fay hatlarına dönüşecektir ve taraflar büyük güçler veya koalisyonlar olacak.

CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün ABD ziyareti, iki ülke arasında son yıllarda gerilen ilişkilerin düzelmesinin bir işareti ve yeni bir dönemin başlangıcı olarak yorumlanıyor.

2010'un Afganistan için umut yılı olması bekleniyordu. Hamid Karzai'nin Cumhurbaşkanlığı yarışını kazanması, Amerikan Başkanı Obama'nın yeni tedbirleri ve Ocak sonunda Londra'da toplanacak Afganistan Konferansı olumlu bir perspektif oluşturdu. Sorun önümüzdeki aylarda uluslararası toplumun gündeminde kalacak ve Afganistan'ın yeniden inşası için vaat edilen sözler yerine getirilecekti.Ancak Afganistan'da yaşanan gelişmeler bu beklentiyi neredeyse boşa çıkaracak ölçüde hayal kırıklığı yarattı. Amerikan ve Afganistan Güvenlik Destek Gücü (ISAF) askerlerinin kayıpları artmaya başladı. Taliban'a karşı yürütülen operasyonlar başarılı olamıyor ve çok sayıda sivilin hayatını kaybetmesi ile sonuçlanıyor. Afganistan'daki savaş Pakistan'a sıçramış durumda.

Mardin sokakları hiç alışık olmadıkları bir olaya, Dışişleri Bakanı ve otuza yakın büyükelçimizin çeşitli mekanlarda vatandaşla yüz yüze gelmelerine, konuşmalarına, beraber yemek yemelerine hatta kahvehanelerde karşılıklı pişti oynamalarına şahit oldu. Mardin dışında böyle bir olaya tanıklık eden başka bir ilimiz yok. Halkımız politikacıları, askerleri, mülki idare amirlerini, sporcuları ve sanatçıları aralarında görmeye alışkındır ama her nedense ülkemizi temsil eden büyükelçiler halk arasına karışmazdı. Buna mukabil Güneydoğu illeri başta olmak üzere toplumun büyük kesimi çeşitli ülkelerin Ankara büyükelçilerinin kendi illerini ziyaret ettiğini, incelemeler yaptığını ve sivil toplum kuruluşları ile görüştüğünü duyar ve bilir.

Ülkemizde gündemi iç politik çekişmelerin belirlediği bir dönemden geçiyoruz. Yoğun olarak yaşanan Anayasa Mahkemesi kararları, asker-sivil ilişkileri ve darbe girişimi tartışmaları nerdeyse siyasetin tüm alanını işgal etmiş durumda. Siyasi tarihimizde benzer tartışmaların bu yoğunlukta yaşandığı yıllar sorunlu dönemler olarak iz bıraktı. Bu sorunlu dönemlerin ortak özelliği siyasetin alanının daralması ve siyasetin üzerine bürokratik vesayet gölgesinin çökmesi. Aynı dönemlerde dış politika, iç politikanın etkisinde kaldı ve dış politikada ülkenin ufku daraldı.

Afganistan'da Taliban sonrası dönemi kuran Bonn Konferansı'ndan günümüze kadar geçen 8 yıl, hayal kırıklığı dışında sonuç üretmeyen bir dizi uluslararası girişime şahit oldu. Ancak kesin olan Afganistan'ın geleceğinin artık bir uluslararası proje olduğu ve bu projenin daha özenli bir şekilde yürütülmesi gerektiği. Uluslararası toplumun son girişimi 28 Ocak'ta Londra'da toplanan zirve oldu. Londra zirvesinin hedefi Afganistan'da askeri tedbirlerin yanı sıra yönetim, yeniden inşa ve kalkınma hedefli yeni bir hamle ile ülkeyi düzlüğe çıkarmak. Bu amaçla toplanan zirveden ana hatlarıyla üç sonucun çıktığı söylenebilir. Zirvede işgal güçlerine karşı savaşan gruplarla görüşmelerin gerçekleşmesi için net bir irade oluştu.

İki ülke arasında hükümet ve devlet başkanları düzeyinde geçekleştirilen ziyaretler öncesinde, konuk ve ev sahibi liderler ile özel röportajlar yapılması ve bunların yayınlanması nerdeyse gelenek olmuştur. Bir tür kamu diplomasisi eksersizi sayılabilecek bu tür röportajların amacı ziyaretin siyasi içeriği hakkında kamuoyunu önceden bilgilendirmek, bazen sürprizlere hazırlamak, bazen de bazı müzakere konularında gerektiğinde toplumun göstereceği tepkileri destek olarak gündeme getirmektir.

Washington 36 ülkeden devlet başkanı, 10 ülkeden delegasyon düzeyinde katılım ile II. Dünya savaşından bu yana yapılan en üst düzey toplantıya ev sahipliği yaptı. Nükleer güvenlik zirvesinin resmi konu başlığının dışındaki en ateşli konusu İran’dı. İran ise Washington zirvesine alternatif ama oldukça naif başka bir toplantıyı, ‘Herkese Nükleer Enerji, Hiç Kimseye Nükleer Silah’ zirvesini 17-18 Nisan’da düzenliyor. Nükleer tartışmalar üzerinden gerilimin yükselmesinin asıl sebebi ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yönelik bir yaptırım planını hayata geçirmek istemesi.