Mahalli seçim baskısı

TÜRKİYE, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden 29 Mart 2009 seçimlerine doğru yaklaştıkça siyasetin gündemi hareketlenmeye başladı. Bu iki tarih arasında Türkiye siyasetinde “kayda değer bir şeyler” olduğunu söylemek mümkün değil. Öyle ki son on yedi ay içerisinde hayata geçirilmiş, dişe dokunur siyasi bir proje, manevra veya adımı hatırlamakta zorlanıyoruz. Oysaki 22 Temmuz sonrası siyasetin alanı rahatlamış ve iktidar partisine harcayabilmesi için müthiş bir “siyasi sermaye” sağlanmıştı.

Devamı

Merkez-Sağ Siyasetin iflası ve AK Parti

Türkiye’de genel olarak siyasal faaliyetin, özelde de merkez-sağ siyasetin koordinatlarını belirleyen asıl unsur, 1961 Anayasası olmuştur.

Devamı

Hükümet içinde bulunduğumuz seneyi tamamlarken yeni ekonomi eylem planını açıkladı. Bir çok temenniyi içerisinde barındıran plana göre: “3 aylık eylem planı, herhangi bir mali tablonun yeniden şekillenmesi değil, mali planın 2007'nin son çeyreğine rastlayan kısmını oluşturuyor. Yeni dönemde ekonomide eksen değişikliği söz konusu. Bu dönemde büyüme ile istikrara geçiş dönemi başlatılıyor. 2007 - 2013 döneminde makroekonomik eksen, piyasa ekonomisinin sürdürülmesine dayalı şekillenecek. Bütçe dengesi, cari denge, tasarruf-yatırım dengelerinde 2007-2012 döneminde alt yapı sağlamlaştırılacak. Temel reform alanları genel ve sektörel verimliliği artırmaya yönelik alacak. Yeni dönem, "düşük kamu borcu ve istihdam dönemi" olacak. Reformlar konusunda herhangi bir yavaşlama olmayacak. Kısa dönemde, sosyal güvenlik reformu yasalaşması için TBMM'ye sunulacak. Bütçe ve ekonomik büyüme açısından önem arzeden enerji sektörüne dönük tedbirler, YPK ve Enerji Zirvesinden çıkacak kararlara paralel, kısa sürede açıklanacak.” Ana satırbaşlarına ve planın geneline baktığımızda istihdamın artırılması, sanayinin güçlendirilmesi, kamu mali reformuyla beraber istikrarın sürdürülmesi endişelerinin ön plana çıktığını görüyoruz.

Obama’nın seçim başarısına, İran seçimlerinde muhalefetin sesinin duyulmasına katkısı ve facebook’un papucunu dama atmasıyla duyduk twitter’ın adını. İnternet devriminin çocukları faceebok’tan sonra şimdi twitter üzerinden yazışıyor. Facebook pazara düşmüş diyenler twitter’ı tercih ediyor.

Cumhurbaşkanı Gül'ün Erivan'a maç izlemeye gitmesi, Nisan ayı yol haritası ve geçtiğimiz hafta iki ülke arasında normalleşmeyi öngören protokoller, Ermenistan'da akılları karıştıran hızlı gelişmeler oldu. Türkiye ile ilgili hemen her konunun Ermenistan'da ilgi uyandırdığı ve farklı tepkiler doğurduğu biliniyor.

İran'da taşları yerinden oynatacak nitelikte tartışmalı bir seçim yaşandı. Seçimler üzerinden kopan fırtına içeriğinden ziyade, şekli itibarıyla İran siyasetinde biriken gerilimi ortaya çıkardı. Seçim sonrası protesto ve gösteriler 1979 devrimi benzeri toplumsal ayaklanma olarak yorumlandı. Sokaklara taşan kitlelerin istediklerini almadan evlerine dönmeyeceği öne sürüldü.

Türkiye, Almanya ve İslam

Federal Almanya Dışişleri Bakanlığı, ‘Alman-Türk İşbirliği Konusu Olarak İslam ve Avrupa’ genel başlığı altında, Alman ve Türk uzmanların katılımı ile her yıl iki ülke ilişkileri açısından kritik görülen bir konuyu ele alıyor.

Devamı

Gürcistan'a Dikkat

SETA Kafkasya çalıştaylarından üçüncüsünü 23 Temmuz'da Türk ve Gürcü akademisyenler, gazeteciler ve dış politika bürokratlarının katılımıyla gerçekleştirdi.

Devamı

Hey, fakir Uygur, uyan, uykun yeter, Sende mal yok, şimdi giderse can gider.

Türkiye'nin AB üyeliği açısından yeni fırsatlar doğurabilecek gelişmeler olmasına karşın, bu konu hâlâ gündemin en alt sıralarında yer alıyor. Örneğin 1 Temmuz tarihi itibarıyla Türkiye'nin üyelik müzakerelerinde ilerleme sağlanmasına katkı vereceğini ilan eden İsveç, Avrupa Birliği dönem başkanlığını devraldı.

Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasında dış konjonktür her zaman önemli olmuştur. Avrupa’nın büyük devletlerinde yapılan genel seçimler ise bu konjonktürde en keskin değişimlere yol açan etkenlerdendir. Almanya’da Eylül 1998 seçimleri sonunda Helmut Kohl liderliğindeki on altı yıllık Hıristiyan Demokrat-Liberal koalisyonun yerini Gerhard Schröder’in Sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyonuna bırakması adaylık statümüzdeki değişime ivme kazandırmıştı. Almanya’da böyle bir iktidar değişikliği olmasaydı, Türkiye’nin AB adayı ilan edildiği 1999 Helsinki Zirvesi farklı sonuçlanabilirdi. Bugün Almanya’da yapılacak genel seçimler Türkiye’de bu sefer tam tersine, kötümser beklentilere yol açmış durumda. Almanya’nın Eylül 2005 seçimlerinde yeniden bir iktidar değişikliğine gitme ihtimalinin Türk kamuoyunu kaygılandırması boşuna değil. Seçimler sonunda, AB’nin amiral gemisi hükmündeki bu ülkede Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemeyen Hıristiyan Demokrat ve Hıristiyan Sosyal Birliği (CDU/CSU)’nin içinde yer alacağı bir hükümetin kurulması Türkiye’ye neye mal olacaktır? Tam da AB müzakerelerine başlayacağı sırada Almanya’da Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan bir sağ iktidardan süreç nasıl etkilenir?  

30 Ocak 2005 Irak seçimleri ile birlikte hiç şüphesiz Irak tarihinde yeni bir sayfa daha açıldı. Bütün aksaklıklarına ve eksikliklerine rağmen bu seçimlerin yapılabilmiş olması bile Irak’ın (geçmişi ve) geleceği açısından önemliydi. Tarih geri çevrilemeyeceğine, Irak’ta eskiye dönülemeyeceğine göre, bütün olumsuzluklarına rağmen seçimin yapılabilmiş olmasıyla birlikte, ABD’nin işgal ve ‘demokratikleştirme’ (?) takvimi bakımından da bir aşama daha geçilmiş oldu.  

Seçimler Alman Siyasetini Kilitledi Almanya’da yapılan erken seçimler pat durumuyla sonuçlandı. Sağ ana muhalefet lideri Angela Merkel’in Hristiyan Demokrat Birliği (CDU) ve Bavyera’daki müttefiği Hristiyan Sosyal Birliği (CSU) %35.2, Başbakan Schröder’in Sosyal Demokrat Partisi (SPD) %34.4 oy aldı. Seçim kampanyasına yirmi puanın üzerinde bir farkla başlayan Merkel’in en az  %40 oy alıp liberal FDP ile koalisyon yapması bekleniyordu. Berlin’deki hesap çarşılardaki oy sandıklarına uymayınca koalisyon ihtimalleri alt üst oldu. Seçimi Küçük Partiler Kazandı Tarihine düşen Hitler gölgesinden sonraki anayasaya göre Almanya’da hükumet olabilmenin şartı mecliste salt çoğunluğa sahip olmak. Merkel’in muhtemel koalisyon ortağı FDP %10,5 ile tarihinin en yüksek oyunu alması muhafazakar bir koalisyon kurulmasına yetmedi. SPD’den ayrılanların kurduğu milliyetçi Sol Parti (Die Linke) %8.1, Schröder’in koalisyon ortağı Yeşiller (Die Grünen) %8.7 oy aldı. Küçükler büyüklerin pasta payını tırtıkladı; bir önceki genel seçime göre CDU’nun 3.3’lük ve SPD’nin 4.2’lik oy kaybı küçük partilere gitti. Şimdi seçim galibi iki büyük parti küçükleri bir araya getirmenin peşinde. 1966-1969 arasında ülkeyi yöneten son “büyük koalisyon”dan beri CDU ve SPD birlikte hükumet kurmadı; her zaman küçük partilerle anlaşma yoluna gitti.

15 Ekim’de yapılan anayasa referandumuyla birlikte ‘yeni Irak’ta bir kavşak daha geçilmiş oldu. ABD hükümet çevreleri (zorlamayla da olsa) anayasanın planlanan tarihte bitirilerek belirlenen takvime uygun olarak referanduma gidilmesini bir zafer olarak görüyorlar. Bu Amerikan kamuoyuna yönelik propagandanın bir parçası olmanın yanı sıra, Irak’tan askerlerin bir an evvel çekilmesi için gerekli olan süreç ve takvimin işlediğinin de bir göstergesi olarak algılanmaktadır. Üstelik ABD’nin çeşitli müdahaleleriyle Sünnilerin de bu sürece dahil edilmeye çalışılması, bu yolla direnişin (ya da direnişe desteğin) bitirileceği yolunda bir beklentiye de yol açmaktadır. Ancak Amerikan hükümetinin bütün beklentilerine rağmen, kesin sonuçlar bu yazının yazıldığı tarihte belli olmamakla birlikte, referandumda kabul edileceği tahmin edilen mevcut anayasa taslağının Irak’a içbarış ve istikrar getireceği oldukça şüpheli gözüküyor. Amerikan hükümeti için her şey yolunda, takvimine göre gidiyor ama; bu ne direnişin biteceğinin ne de Irak’a istikrarlı bir demokrasinin geleceğinin garantisi değil. Aksine böylesi hızlandırılmış bir sürecin, zorla sağlanan (ya da sağlandığına inanılan) bir mutabakatın ve belirsizliklerle ve çelişkilerle dolu bir anayasanın şiddet sarmalını ve istikrarsızlığı daha da arttırılabileceği tahmin edilebilir.  

Asıl sorun, alınan kararların nasıl ve nereye kadar uygulanacağı. İKT üyesi ülkelerin zirvede alınan kararları uygulamasının önünde pek çok sorun bulunuyor. İslam ülkeleri küresel gelişmelerin merkezinde oldukları halde bu süreçte belirleyici bir rol oynamaktan uzaklar. Oysa bölgesel işbirliği programları, küreselleşmenin bölge üzerindeki menfi etkilerinin kontrol altına alınmasına önemli bir katkıda bulunabilir...     İslam Konferansı Teşkilatı’nın Üçüncü Olağanüstü Zirvesi, 7-8 Aralık tarihleri arasında Mekke’de yapıldı. Geçtiğimiz yıl hac sırasında Suudi Arabistan Kralı Abdullah ibn Abdulaziz’in daveti üzerine toplanan zirvede, İslam dünyası için yeni bir vizyon çağrısı yapıldı. Devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı zirvede, İslam dünyasının öncelikli sorunlarını ele alan Mekke Bildirgesi kabul edildi. Bunun için İKT’nin yeni bir yapıya kavuşturulmasını öngören 10 Yıllık Eylem Planı da onaylandı. Zirveye ev sahipliği yapan Suudi Arabistan Kralı Abdullah, açılış konuşmasında İslam dünyasının birlik ve dayanışmaya ihtiyaç duyduğunu ve tekfir ve terörizm gibi aşırı akımlara karşı mücadele edilmesi gerektiğini söyledi. Bunlar, aynı zamanda zirvenin ana gündem maddelerini oluşturuyor. Zirvede Türkiye’yi Meclis Başkanı Bülent Arınç ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül temsil etti.

Irak’ta yaşanmakta olan sürecin bölgesel dengeleri değiştirmesi kaçınılmaz görünüyor. Bu yeni oluşumların ise Irak’ın komşularını derinden etkileyeceği anlaşılıyor. Bölgesel dengeler bakımından en önemli değişiklik, Irak’ın ‘Arap dünyası’ndan kopuşu olacak. Yeni Irak’ın, anayasada Sünni Arapları memnun etmek için nasıl bir formülasyona gidilirse gidilsin, siyaseten ‘pan-Arap’ karakterini yitireceği görülüyor. Zira Saddam’ın özellikle son on yılda izlediği iç politikalar nedeniyle Irak ‘milli kimliğini’ yitirmiş vaziyetteydi. Zaten yeni Irak’ta Arap kimliği öne çıksaydı bile, Irak yine de güçlü bir Arap devleti olma özelliğini yitirecekti. Gerçekten de, Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle birlikte Arap dünyasında (Mısır hariç) askeri bakımdan güçlü bir Arap ülkesi kalmadı. Bu da 20. Yüzyıl Ortadoğu siyaseti düşünüldüğünde, bütün dengeleri değiştirebilecek bir husus. Irak’ın askeri bakımdan zayıflamasıyla birlikte, kendi güvenliğini en azından kısa vadede sağlayamayacak bir Irak karşısında, (Suriye’nin içinde bulunduğu durum da düşünüldüğünde) bölgede İran, Türkiye ve İsrail’in öne çıktığı görülüyor. 

Hamas'a yakın militanların İsrailli asker kaçırması üzerine alevlenen olaylar Ortadoğu'yu içinden çıkılması güç bir karmaşanın içine sokmuş durumda. Krizin sebeplerini bölgesel dengelerde arayan yorumlar bir yana, İsrail siyasetindeki verileri doğru okumak, bize aslında bugün yaşanan olayların ne kadar öngörülebilir olduğunu ortaya koyuyor. Her şeyden önce, şu çok açık ki Kadima ve yeni lideri Ehud Olmert'in merkezi ve sağduyuyu temsil ettiğini düşünenler yanıldılarFilistin'de Hamas'ın seçimleri kazanmasından itibaren Ortadoğu'da gerilimin bu noktalara gelebileceği tahmin ediliyordu. Ama bu yorumlardaki vurgu özellikle Hamas'ın geçmişine işaret ediyordu. Nitekim Hamas'ın iktidarda olduğu bir hükümet ile barışın mümkün olmadığını savunanlar, bu perspektiften Ortadoğu'nun son krizini kolaylıkla açıkladıklarını düşünüyorlar. Oysa bu, Lübnan'daki savaşı "askerleri kurtarma operasyonu" olarak sunmak kadar yüzeysel bir bakış açısı.

Son dönemde siyasi gündemimizi neredeyse periyodik bir şekilde krizler işgal ediyor:  Şemdinli, Hamas, Danıştay cinayeti, ekonomik dalgalanma, Kara Harp Okulu Komutanı’nın istifası, cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları ve daha birçok örneğini sayabileceğimiz olaylar kısa sürede derin krize dönüşebilmiş konular. Krizin boyutlarını derinleştiren ana aktörler medyanın ve ilgili tarafların sorumsuz beyanat ve tavırları. Normal şartlarda kriminal vaka veya bürokratik yapının işleyişinde bir aksama olarak algılanabilecek çeşitli gelişmeler, yönlendirmeler sayesinde kriz atmosferi doğurdu. Bu atmosfer ister istemez çeşitli çevrelerde farklı komplo senaryolarını gündeme getirdi: Devlet ve ordu içi kliklerin çatışması,  Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması ve Türkiye’ye bu çerçevede biçilen rol, küresel sermayenin ulus devletlerle hesaplaşması, hükümetin beceriksiz yönetimi ve rejimin ciddi bir tehdit altında olması ön plana çıkan yaklaşımlar

BM Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen 1701 no’lu karara göre Güney Lübnan’a 15000 barış gücü askeri konuşlandırılması öngörülmekte. Türkiye gündeminin son günlerdeki ana gündemi Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 no’lu kararı doğrultusunda Güney Lübnan’a asker gönderip göndermeyeceğidir. Cumhurbaşkanı Sezer, muhalefet ve köşe yazarlarının hemen hepsi bu konuda görüşlerini belirttiler.Kendi görev alanına girmeyen bazı konularda dahi zaman zaman görüş belirten Genelkurmay ise bu konudaki görüşünü henüz kamuoyuna aksettirmedi.

11 Eylül Amerikan sosyal ve siyasal dünyasının ‘genesis’inde bulunan yegâne kimliğin bir kez daha takdir edilmesiyle sonuçlanmıştır.