Paris Katliamı Kimleri Sevindirdi?

Diyarbakır, Suruç ve Ankara patlamalarına sevinenlerle, Paris'teki terör saldırılarına sevinenler aynı kişiler.

Devamı
Paris Katliamı Kimleri Sevindirdi
Türkiye'nin Suriyeli Türkmenlere Yardımı

Türkiye'nin Suriyeli Türkmenlere Yardımı

Türkiye veya herhangi bir ülke Türkmenlere istediği yardımı yaparsa yapsın; Rus ve Esed uçaklarına, helikopterlerine ve gemilerine karşı bir çözüm yolu bulunmadığı müddetçe Türkmen Dağı’ndan, Kürt Dağı’ndan, Halep’ten, Hama’dan vs. acı haberler gelmeye devam edecek.

Devamı

Eyvah, toplum muhafazakârlaşıyor! Aman Tanrım, halk dindarlaşıyor!

Suriye, bölge barışı için İsrail ile birlikte kilit ülke konumundadır. İsrail-Suriye barışı bölgede zincirleme reaksiyon yaratma potansiyeline sahiptir. Filistin problemi kadar grift ve çok boyutlu olmaması gerçekleşmesini imkân dahilinde tutmaktadır

HER yerde olduğu gibi Türkiye’de de sihirli bir hava estirdi ‘dijital başkan’ Barack Hüseyin Obama.

George Mitchell ve Hillary Clinton'ın Türkiye ziyaretleri, ardından Obama'nın Türkiye'ye gelmesi, ilişkilerde daha yoğun işbirliğinin önünün açıldığı şeklinde yorumlanmakta. Türkiye özellikle son dönemlerde izlediği çok boyutlu ve kuşatıcı dış politika ile bölgesinde çeşitli sorunların çözümüne pozitif katkı sağlamayı başarmıştır.   

Eski kasabaya yeni şerif: Obama Türkiye'de

OLDUKÇA çalkantılı geçen sekiz yıllık George W. Bush döneminin ardından, Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir dönemin kapısının açıldığını söylemek yanlış olmaz.

Devamı

Ebedi Pesimistlerimiz, Müzmin Müştekilerimiz İçin Coming Soon: Obama Türkiye'de

ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın 1995’te, siyaset macerasına atılmadan yıllar önce yayımlanan Babam’dan Rüyalar: Bir Irk ve Miras Hikayesi kitabı, ‘Aslında çok farklı bir kitap yazmaya niyetlenmiştim’ cümlesiyle başlıyor

Devamı

Amerika'nın eski başkanının eşi ve Obama yönetiminin Dışişleri Bakanı Hilary Clinton, Türkiye'ye ilk ziyaretini gerçekleştirdi.

DÜN, 28 Şubat müdahalesinin 12. yıldönümüydü. Üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen, devlet-toplum dinamiklerini, bürokratik vesayetle millet iradesini, hukukun üstünlüğü ile hukuksuzluğu aynı cümle içinde kullanarak tartıştığımız her meseleyi, 28 Şubat süreciyle ilişkilendirmek zorunda kaldığımıza bakılırsa, Türkiye devleti ve toplumuyla bu sürecin yol açtığı tahribatla boğuşmaktan hala kurtulamadı.

Barack Hüseyin Obama’nın Amerika Birleşik Devletleri’nin 44. başkanı olarak seçilmesi, Amerika’nın sosyal ve siyasi tarihinde bir dönüm noktasıdır. Kampanyasını değişime dayandıran Obama’nın “Evet, yapabiliriz” sözüne duyulan inanç, kendisine sadece seçimleri kazandırmamış, aynı zamanda farklı bir vizyon ve yeni bir gelecek kurgulayabilmesi için ihtiyaç duyacağı desteği de sağlamıştır.

Hükümet içinde bulunduğumuz seneyi tamamlarken yeni ekonomi eylem planını açıkladı. Bir çok temenniyi içerisinde barındıran plana göre: “3 aylık eylem planı, herhangi bir mali tablonun yeniden şekillenmesi değil, mali planın 2007'nin son çeyreğine rastlayan kısmını oluşturuyor. Yeni dönemde ekonomide eksen değişikliği söz konusu. Bu dönemde büyüme ile istikrara geçiş dönemi başlatılıyor. 2007 - 2013 döneminde makroekonomik eksen, piyasa ekonomisinin sürdürülmesine dayalı şekillenecek. Bütçe dengesi, cari denge, tasarruf-yatırım dengelerinde 2007-2012 döneminde alt yapı sağlamlaştırılacak. Temel reform alanları genel ve sektörel verimliliği artırmaya yönelik alacak. Yeni dönem, "düşük kamu borcu ve istihdam dönemi" olacak. Reformlar konusunda herhangi bir yavaşlama olmayacak. Kısa dönemde, sosyal güvenlik reformu yasalaşması için TBMM'ye sunulacak. Bütçe ve ekonomik büyüme açısından önem arzeden enerji sektörüne dönük tedbirler, YPK ve Enerji Zirvesinden çıkacak kararlara paralel, kısa sürede açıklanacak.” Ana satırbaşlarına ve planın geneline baktığımızda istihdamın artırılması, sanayinin güçlendirilmesi, kamu mali reformuyla beraber istikrarın sürdürülmesi endişelerinin ön plana çıktığını görüyoruz.

Yeni anayasa tartışmasının temelinde Türk siyasî sisteminin eski bir sorunu yatıyor: Özgürlük. Büyük ve şanlı bir istiklal harbinden sonra Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kadrolar için özgürlük, öncelikler listesinin alt sıralarında yer alıyordu.   

SETA 26 Haziran'da gerçekleştirdiği Türkiye-Azerbaycan ilişkileri çalıştayı ile bir ilke daha imza attı. Azerbaycan'dan 30'a yakın akademisyen, milletvekili, devlet adamı ve gazeteci Türk meslektaşları ile toplantıda bir araya geldi. Türkiye-Azerbaycan ilişkileri enine boyuna masaya yatırıldı. Nisan 2009'da iki ülke arasında zirve yapan "kriz" tüm yönleriyle tartışıldı.

Bugünün dünyası, yaşlı yeryüzünün daha önce hiç görmediği kadar büyük zenginlik ve yaygın fakirliğin bir arada olduğu tenakuz portreleriyle dolu. Dünyanın en zengin 225 kişisinin toplam geliri, dünya nüfusunun en fakir yüzde 47’sinin toplam gelirine eşit. En geri kalmış 48 ülkenin dünya ticaretindeki toplam payı sadece %0.4. 23 trilyon dolarlık dünya zenginliğinin ancak 5 trilyonu dünya nüfusunun %80’ine ait. Dünya genelinde 1.3 milyar insan günde 60 sentin (900,000TL) altında gelirle yaşamaktalar. BM raporlarına göre, dünyanın en zengin 200 kişisi yıllık gelirlerinin %1’ini verseler, yeryüzündeki bütün çocukların ilköğretim masrafı karşılanabilir. Dünya’nın en zengin yüzde beşi, dünya zenginliğinin %86’sını, dünya piyasasının %82’sini, yabancı yatırımların %68’ini kontrol ediyorlar. Dünya’nın en zengin ülkelerinde GSMH 30,000 doların üstündeyken, en fakir ülkelerinde 1000 doların altında. Hatta bu 1000 dolar bile gerçekçi değil. Çünkü, fakir ülkelerde ortalamanın etrafında olan sınıfın büyüklüğü zengin ülkelere göre çok daha kötü durumda. Bir milyara yakın insan temiz suya ulaşamıyor. Hepsinin ötesinde, insanoğlunun çok uzun bir zamandır, küresel anlamda insanı doyurmanın yollarını bulduğu bir dönemde, 2003 yılı BM Kalkınma Raporuna göre 800 milyon insan açlık çekmektedir.  

Türkiye’deki kimlik tartışmalarının kimlik siyaseti üzerinden yapılması, bir tarafta bu ülkenin asli unsurlarının marjinalize edilmesine öte tarafta herkesin sahiplenebileceği Türkiye diye bir bütünün küçülmesine yahut ortadan kalkmasına neden oluyor. Hak elde etmek adına kendilerini bu siyasetin aktörü olarak gören gruplar, “azınlıklar”ın alt gruplar olarak tanındığı ama eş-zamanlı olarak etnisizm çizgileri daha da derinleşmiş bir Türkiye’nin herkese dar geleceğini gözden kaçırıyorlar. Kimlik siyasetinin marjinal bir hak talepçiliğine dönüştüğü yer, içinde bulunduğumuz konjonktürün tarihi-siyasi bağlamından kopartılıp mutlak bir veri olarak kabul edilmesi ve kimliğimizin ve aidiyet parametrelerimizin buna göre yeniden tanımlanmasıdır. Türkiye’de devletin etno-seküler milliyetçiliğine karşı bir anti-tez üretmek ve Kürt kimliği merkezli bir hak mücadelesi vermek, bu milliyetçiliği aşmak değil, farklı bir formatta yeniden üretmek anlamına geliyor.

11 Eylül sonrası dünyada korkuyu siyasi bir güç olarak her gün yeniden keşfediyoruz. Korkunun yarattığı sosyal travma, siyasilerin kısa dönemli manipülasyonlarından daha derin etkilere sahip. Düne kadar teknolojik olarak üstün ama barbar uzaylıların ülkelerini işgal edeceğini düşünen Amerikalılar, 11 Eylül’den sonra bu kehanetin gerçekleştiğine inanmaya başladılar. Yani hayal, fantazi, kurgu, korku hepsi gerçek oldu. Amerikan siyasi aklı, şimdi bu korkuyu kaybetmekten korkuyor.Danimarka’daki karikatür krizi, farklı gibi görünse de Avrupalıları benzer korkulara sevketti. Avrupa’nın derin aklı, “Müslüman öfkesi” karşısında Avrupa medeniyetinin temellerinin sarsılmakta olduğunu düşünüyor. En azından sokaktaki insanin bu korkuyu içinde hissetmesini istiyor. Çünkü korku kadar maliyeti düşük ama siyasi gücü yüksek bir kapital henüz bulunabilmiş değil. Asırlık korkuların esiri olan Türkiye de bu süreçten nasibini almaya devam ediyor. Batı’nın ‘barbar öteki’ korkusunun yerini bizde ‘iç tehditler’ alıyor. Türkiye’nin modern siyasi aklı, bu iç tehditleri herhangi bir nükleer saldırıdan da bölgesel anarşiden de daha acil görüyor. Türkiye’nin din ve millet kavramlarından duyduğu korkular, ‘apokalips’ korkularından daha derin etkilere sahip. Türkiye’nin 21.nci yüzyılda rasyonel ve kendine özgün bir varlık iddiasında bulunması bu korkuları aşmasına bağlı.

Kürt sorununun -özellikle demokratikleşme, terör ve bölgesel kalkınma bağlamlarıyla- Türkiye’nin 2006 yılında başını ağrıtacak ve yüzleşmek zorunda kalacağı başlıca konulardan biri olduğu çokça dile getirildi. Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar krizlerden kaçınma arzusuyla halı altına süpürülen ve bir şiddet olayı yaşanıncaya kadar da bahsi açılmayan Kürt sorunu, ülkenin derin gündemi olarak neşter atılmadığı için ur gibi büyümeye devam ediyor. Kürt sorunu hakkında bu dönemde adamakıllı düşünmekten ve konuşmaktan sakınmanın vebali büyük olacaktır. Toplumsal barışı sürdürmeye ve tarafların tansiyonlarını düşürmeye yönelik somut faaliyetler gözle görülür hale getirilmezse, 2007 seçimleri Güneydoğu’da Kürtçü, kalan yurtta Türkçü partilerin oylarını arttıracağı muhakkaktır. Mart ayı sonlarında, özellikle Nevruz ile birlikte Türk ve Kürt ulusalcılıklarının kapışma noktasına geleceğine dair senaryo iddialarında bulunmuş olmaları dikkate alınacak olursa,1  medya camiasının çözüme katkı sağlayacak bir dil geliştirmek yerine, yangını seyretmeyi tercih ettiğini söylemek abartı olmayacaktır. Hatta, beklenen şiddet olaylarının çıkmamış olmasından duyulan gizli bir üzüntüyü Nevruz günlerinde çıkan gazete başlıklarından sezinlemek de mümkündür.

Geçen yazıda kimlik meselesinin aynı zamanda bir varlık ve değer meselesi olduğunu söylemiştik. “Ben kimim?” sorusunu etnik temelde cevaplamanın, varlık ve değer sorularını gözardı etmek anlamına geldiğini ifade etmiştik. Modern milliyetçiliklerin etnik ve ulusal kimlikleri bir dünya görüşü olarak vaz etme gayreti, ‘yeni uluslar yaratma’ projesinin önemli bir parçası olarak hala devam ediyor. En geniş manada din ile milletin modern dönemde karşı karşıya gelmesi ve insanların bunlar arasında bir seçim yapmaya zorlanması, etno-seküler milliyetçiliğin tipik sonuçlarından biri. Türklük, Almanlık, Rusluk yahut Kürtlüğün müstakil dünya görüşleri olarak yeniden kurgulanması, yeni tarih mitlerinin üretilmesini de zorunlu kılıyor. Kimlik siyaseti, bu sürecin en sancılı neticelerinden biri.  

11 Eylül Amerikan sosyal ve siyasal dünyasının ‘genesis’inde bulunan yegâne kimliğin bir kez daha takdir edilmesiyle sonuçlanmıştır.

Üniversiteye adım attığım günü dün gibi hatırlıyorum. Kapıdaki asık suratlı bekçiyi, yüksek tavanlı koridorları ve hınca hınç dolu kayıt kuyruklarını hızla geçmiş ve "üniversite" denen şeyi aramaya koyulmuştum. Beni ve benim gibi binlerce genci kanatlandırıp yeni ufuklara götürecek büyük fikirleri, kitapları, hocaları, ders arkadaşlarını bulma arzumuz her şeyin önünde geliyordu. Ne kalabalık sınıflar, ne adımızı öğrenme zahmetinde bulunmayan yorgun ve bıkkın hocalar, ne her gün biraz daha farkına vardığımız katı ve boğucu ideolojik kamplaşmalar Gorki’nin "benim üniversitelerim" dediği ideayı aramamızın önünde bir engeldi. Görünürdeki bütün sıradanlığın ötesinde bir yerlerde, belki çalmaya henüz cesaret edemediğimiz kapıların birisinin arkasında aradığımız şeyi bulacaktık.