Ulusal İstihdam Stratejisi ve Esnek Çalışma

2014-2023 yıllarını kapsayan dönem baz alınarak hazırlanan Ulusal İstihdam Stratejisi'ndeki her bir uygulamanın hayata geçirilmesi, ekonomik ve sosyal refahın artması için bir adım.

Devamı
Ulusal İstihdam Stratejisi ve Esnek Çalışma
Artan İstihdama Rağmen İşsizlik Neden Azalmıyor

Artan İstihdama Rağmen İşsizlik Neden Azalmıyor?

Ekim ayı işsizlik oranlarını yorumlayan Hatice Karahan, istihdamın ilerlemeye devam ettiğini ancak işgücünün güçlü artışına yetişmekte zorlandığını bu nedenle de işsizlik oranlarında artış görüldüğünü belirtti.

Devamı

Geçtiğimiz cuma günü açıklanan 2015 Ekim işgücü verileri, işsizlik oranının yüzde 10,5 olarak kaydedildiğini gösterdi. Bu, bir önceki yılın aynı dönemine göre 0,1 puanlık bir artış anlamına geliyor.

Dünya çapında ne zamandır yaşanan FED gerginliği, bir 16 Aralık günü nihayete erdi. ABD Merkez Bankası FED beklentiler yönünde hareket ederek, “federal funds rate” aralığını %0,25-0,50 bandına yükseltti.

DAİŞ radikalizminin insanlara hitap etme kapasitesi, ideolojilerinin mantıki tutarlılığından veya argümanlarının ikna ediciliğinden ziyade temel siyasi, psikolojik ve sosyal faktörlerden kaynaklanmaktadır.

ABD ekonomisi gerçekten “overheating” belirtileri veriyor mu? Congressional Budget Office tarafından açıklanan son tahminler, açığın daralma eğiliminde olduğunu ve 2017 sonunda başarıya yaklaşacağını öngörüyor.

Büyümenin İstihdam Dostu Olması Gerekiyor

Büyümenin hızının artmasının, işsizliğin azalmasındaki en önemli faktör olduğunu belirten Hatice Karahan, “Büyümenin, istihdam dostu bir büyüme olması gerekiyor, o şekilde formüle edilmesi gerekiyor.” dedi.

Devamı
Büyümenin İstihdam Dostu Olması Gerekiyor

İran'da Zor Dönem

İran'da taşları yerinden oynatacak nitelikte tartışmalı bir seçim yaşandı. Seçimler üzerinden kopan fırtına içeriğinden ziyade, şekli itibarıyla İran siyasetinde biriken gerilimi ortaya çıkardı. Seçim sonrası protesto ve gösteriler 1979 devrimi benzeri toplumsal ayaklanma olarak yorumlandı. Sokaklara taşan kitlelerin istediklerini almadan evlerine dönmeyeceği öne sürüldü.

Devamı

ABD’nin yeni başkanı Barack Obama, 20 Ocak 2009’da yönetimi devralacak. “Değişim” mesajıyla Amerikan siyasetine yeni bir soluk getiren, tarzı, üslubu, yenilikçi taban örgütleme kabiliyetiyle Obama, ABD Başkanı’ndan beklentileri de oldukça yükseltmiş oldu. Şimdi ise Obama’nın bu vaatlerini nasıl yerine getireceği, yarattığı ivmeyi koruyarak nasıl bir çizgi izleyeceği en önemli tartışma konularından.

Avrupa Komisyonu Genişleme Genel Müdürlüğü’nün 6 Kasım’da yayınladığı İlerleme Raporu Türkiye-AB ilişkilerini tekrar gündemimize taşıdı. Raporda hem olumlu gelişmelerin hem de karşılanmayan beklentilerin altı çiziliyor ve Türkiye’ye bazı eleştiriler yöneltiliyor. Raporla ilgili tartışmalarda eleştiriler ve talepler olduğu için Türkiye’de AB karşıtlığı, Avrupa’da ise reformlar yavaşladığı ve beklentilerin de yerine getirilemeyeceği bahanesiyle Türkiye karşıtlığı daha çok ön plana çıkıyor. Avrupa’da Türkiye karşıtı kesimler sadece raporda belirtilen eksikliklerin değil Avrupa ile Türkiye arasında derin bir kültürel farklılık olduğu görüşünün arkasına sığınıyor. Bu söyleme açıklık getirilmesi ve eleştirel bir cevap verilmesi gerekiyor.

Hükümet içinde bulunduğumuz seneyi tamamlarken yeni ekonomi eylem planını açıkladı. Bir çok temenniyi içerisinde barındıran plana göre: “3 aylık eylem planı, herhangi bir mali tablonun yeniden şekillenmesi değil, mali planın 2007'nin son çeyreğine rastlayan kısmını oluşturuyor. Yeni dönemde ekonomide eksen değişikliği söz konusu. Bu dönemde büyüme ile istikrara geçiş dönemi başlatılıyor. 2007 - 2013 döneminde makroekonomik eksen, piyasa ekonomisinin sürdürülmesine dayalı şekillenecek. Bütçe dengesi, cari denge, tasarruf-yatırım dengelerinde 2007-2012 döneminde alt yapı sağlamlaştırılacak. Temel reform alanları genel ve sektörel verimliliği artırmaya yönelik alacak. Yeni dönem, "düşük kamu borcu ve istihdam dönemi" olacak. Reformlar konusunda herhangi bir yavaşlama olmayacak. Kısa dönemde, sosyal güvenlik reformu yasalaşması için TBMM'ye sunulacak. Bütçe ve ekonomik büyüme açısından önem arzeden enerji sektörüne dönük tedbirler, YPK ve Enerji Zirvesinden çıkacak kararlara paralel, kısa sürede açıklanacak.” Ana satırbaşlarına ve planın geneline baktığımızda istihdamın artırılması, sanayinin güçlendirilmesi, kamu mali reformuyla beraber istikrarın sürdürülmesi endişelerinin ön plana çıktığını görüyoruz.

“Daimi savaş ekonomisi” kavramsallaştırması ilk kez 1944 yılında Walter J. Oakes tarafından kullanıldı. Daha sonraları savaş ekonomisi teorileri “Askeri-Endüstriyel-Kompleks (AEK)” analizleriyle geliştirildi. ABD’nin 1940’ların başında ilan ettiği “ileri savunma doktrini” de benzer savaş ekonomisi analizlerinden doğdu. Bu doktrin, köklerini Amerikan sosyal muhayyilesine kadar izleyebileceğimiz deniz-aşırı Amerikan müdahaleciğidir. Bu tarz askeri müdahalecilik ise “yeni sömürgeciğinin” ya da kapitalizmin çağımıza özgü tabiatının bir sonucudur

'Türkiye 22 Temmuz'da seçime gidiyor" ifadesinin bir iddia mı, yoksa bir karar mı olduğunun belirginlik kazanmadığı günler yaşıyoruz. Anlaşılan her seçim kararı seçim havasının oluşmasına yetmiyor. Müstakbel seçimimiz, olağan seçim kampanyası enstrümanlarından olabildiğince uzakta duruyor. Kimlik siyaseti sosyal politikaların, güç hesaplaşması istikrarın ve dış politika iç siyasetin yerini almış durumda. Seçim kampanyasının mazotu ekonomi olacağına, seçim vaatleri mazot kampanyasına dönüştü. İşlerin bu denli karıştığı bir ortamda ise akla gelen en son şey ekonomi oluyor. Adeta 1999-2001 krizleri sonrası Türkiye manzarası hatırlanmasın diye unutturulmaya çalışılan bir ekonomi var. İşler tersine dönmüş durumda. Normal bir genel seçimde ekonominin muhalefetin en büyük kozu olması beklenirdi. Oysa şimdi durum farklı. İktidar, ısrarla ekonominin ve istikrarın altını çizerken, muhalefet başka sularda avlanmaya gayret gösteriyor. Bunun elbette bugün muhalefet yapan bazı isimlerin 1999 ve 2001 krizlerindeki payıyla da alakası var. Lakin büyük resme baktığımızda, muhalefetin gerek seçim beyannamelerinde, gerekse ekonomiye yönelik projelerinde yeterli özeni göstermediğini görüyoruz.

Sosyal ve demokrat sözcükleri ayrı ayrı düşünüldüğünde, üzerinde geniş kitlelerin ittifak edebileceği bir sevimliliğe sahip görünüyor. Sosyal demokrat tamlamasında da belli bir sıcaklık olmasına rağmen, “müttefik kitle” biraz daralıyor. Tamlamayı, Türkiye'deki temsilcisi CHP özeline indirgeyerek kullandığımızda ise geniş kitle-lerde soru işaretleri beliriyor. Üstelik merkez sağda kendisini konumlandıran AK Parti'nin bile zaman zaman “herkesten daha sosyal-demokrat” olduğunu dile getirmesi sosyal ve demokrat kavramlarının yeniden sorgulanmasını gerektirebilir. Zira söylem düzeyinde ve hatta uygulamada AK Parti'nin CHP'den daha demokrat olduğu rahatlıkla söylenebilir; sosyallik mevzuunda ise Baykal'ın partisinin Kasımpaşalı Erdoğan'ınkinden ileride olduğunu iddia etmek zor. Bunun açıklığa kavuşması için en azından uygulamayı görmek zorunda olmamız bile, Sosyalist Enternasyonal'den dışlanan Baykal için yenilgi sayılmalı.

Küresel ekonomideki dengesizlikler yapısal derinlik kazanma yolunda hızla ilerliyor. Cari açıklar, sermaye hareketleri, enflasyon sıkıntıları ve gelir dağılımı eşitsizlikleri en başta gelen sıkıntılardan. Amerika küresel tasarrufları kontrol etmeye devam ediyor. Dünya genelindeki net tasarruf akışının üçte ikisi Amerika’ya yönelmiş durumda. Japonya ve Almanya gibi ülkeler Amerika’nın ithal ettiği kapitalin yarısına denk gelen kapitali ihraç etmeye devam ediyorlar. Amerika geriye kalan kapital akışını ise orta ölçekli ülkelerden karşılıyor. Petrol üreticisi ülkeler bu pastada büyük bir yer tutmuyor, Çin hatta düşük gelirli ülkelerden Hindistan, Endonezya ve Nijerya da paylarına,

Varşova, 9 Mayıs 2006 tarihinde Avrupa ve ABD’de kültürel çoğulculuğun yaşadığı krizleri masaya yatıran uluslararası bir toplantıya ev sahipliği yaptı. Çok sayıda ülkeden katılımcının hazır bulunduğu ve tartışmalara katkıda bulunduğu toplantı Büyükelçi Ömür Orhun’un himayesinde yapıldı. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) bünyesindeki Demokratik Kurumlar ve İnsan Hakları Ofisi’nin organize ettiği toplantının konusu “Kamusal Söylemde Müslümanların Temsili ve Varşova’da tam gün süren ve bir hayli yoğun geçen toplantıya bilim adamları, politikacılar, medya mensupları ve çeşitli platformlarda Müslümanları temsil eden sivil toplum kuruluşu temsilcileri katıldı. “Kamusal alanda Müslümanların yansıtılışı”, “İslam karşıtı kamusal söylemin etkileri”, “Pozitif bir aktör olarak medya: Medya çoğulculuğa saygı ve anlayışı nasıl geliştirebilir?” ve “Siyasal söylemde Müslümanların temsilinin geliştirilmesi” ana başlıkları altında sekiz konuşma yapıldı ve her oturumun akabinde uzun uzun tartışmalar yapıldı. Katılımcıların uzmanlığı ve deneyimi toplantının verimli geçmesini sağladı.

Dünya Ticaret Örgütü’nün Hong Kong toplantısı 18 Aralık’ta tamamlandı. Son çeyrek yüzyılda yapılan toplantıların sadece bir tanesini büyük oranda başarı ile tamamlamış olan DTÖ, Doha turunda yaşanan tıkanmanın ardından Hong Kong’da ciddi bir ilerleme sağlayacağının işaretlerini vermemekteydi. Toplantı öncesinde ilgili akademisyenlerin, konunun uzmanı siyasilerin beklentileri bile bu yöndeydi. 149 ülkeden 6000 civarında yetkilinin katıldığı toplantıdan elde kalan tek ciddi başarı, Seattle ve Cancun benzeri tamamen başarısızlık veya Doha benzeri bir tıkanmanın yaşanmamış olmasıydı. DTÖ Başkanı Lamy, Hong Kong toplantısının ‘siyasi enerji’ yarattığı şeklinde tarif etse de, Doha’da yaşanan tartışma ve karmaşadan ne kadar uzaklaşıldığı belirsizdir.Kısaca özetlemek gerekirse, Hong Kong toplantısının ardından şu kararlar alınmış oldu:

Bugünün dünyası, yaşlı yeryüzünün daha önce hiç görmediği kadar büyük zenginlik ve yaygın fakirliğin bir arada olduğu tenakuz portreleriyle dolu. Dünyanın en zengin 225 kişisinin toplam geliri, dünya nüfusunun en fakir yüzde 47’sinin toplam gelirine eşit. En geri kalmış 48 ülkenin dünya ticaretindeki toplam payı sadece %0.4. 23 trilyon dolarlık dünya zenginliğinin ancak 5 trilyonu dünya nüfusunun %80’ine ait. Dünya genelinde 1.3 milyar insan günde 60 sentin (900,000TL) altında gelirle yaşamaktalar. BM raporlarına göre, dünyanın en zengin 200 kişisi yıllık gelirlerinin %1’ini verseler, yeryüzündeki bütün çocukların ilköğretim masrafı karşılanabilir. Dünya’nın en zengin yüzde beşi, dünya zenginliğinin %86’sını, dünya piyasasının %82’sini, yabancı yatırımların %68’ini kontrol ediyorlar. Dünya’nın en zengin ülkelerinde GSMH 30,000 doların üstündeyken, en fakir ülkelerinde 1000 doların altında. Hatta bu 1000 dolar bile gerçekçi değil. Çünkü, fakir ülkelerde ortalamanın etrafında olan sınıfın büyüklüğü zengin ülkelere göre çok daha kötü durumda. Bir milyara yakın insan temiz suya ulaşamıyor. Hepsinin ötesinde, insanoğlunun çok uzun bir zamandır, küresel anlamda insanı doyurmanın yollarını bulduğu bir dönemde, 2003 yılı BM Kalkınma Raporuna göre 800 milyon insan açlık çekmektedir.  

Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasında dış konjonktür her zaman önemli olmuştur. Avrupa’nın büyük devletlerinde yapılan genel seçimler ise bu konjonktürde en keskin değişimlere yol açan etkenlerdendir. Almanya’da Eylül 1998 seçimleri sonunda Helmut Kohl liderliğindeki on altı yıllık Hıristiyan Demokrat-Liberal koalisyonun yerini Gerhard Schröder’in Sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyonuna bırakması adaylık statümüzdeki değişime ivme kazandırmıştı. Almanya’da böyle bir iktidar değişikliği olmasaydı, Türkiye’nin AB adayı ilan edildiği 1999 Helsinki Zirvesi farklı sonuçlanabilirdi. Bugün Almanya’da yapılacak genel seçimler Türkiye’de bu sefer tam tersine, kötümser beklentilere yol açmış durumda. Almanya’nın Eylül 2005 seçimlerinde yeniden bir iktidar değişikliğine gitme ihtimalinin Türk kamuoyunu kaygılandırması boşuna değil. Seçimler sonunda, AB’nin amiral gemisi hükmündeki bu ülkede Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemeyen Hıristiyan Demokrat ve Hıristiyan Sosyal Birliği (CDU/CSU)’nin içinde yer alacağı bir hükümetin kurulması Türkiye’ye neye mal olacaktır? Tam da AB müzakerelerine başlayacağı sırada Almanya’da Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan bir sağ iktidardan süreç nasıl etkilenir?  

30 Ocak 2005 Irak seçimleri ile birlikte hiç şüphesiz Irak tarihinde yeni bir sayfa daha açıldı. Bütün aksaklıklarına ve eksikliklerine rağmen bu seçimlerin yapılabilmiş olması bile Irak’ın (geçmişi ve) geleceği açısından önemliydi. Tarih geri çevrilemeyeceğine, Irak’ta eskiye dönülemeyeceğine göre, bütün olumsuzluklarına rağmen seçimin yapılabilmiş olmasıyla birlikte, ABD’nin işgal ve ‘demokratikleştirme’ (?) takvimi bakımından da bir aşama daha geçilmiş oldu.