En Büyük Sorumluluk Siyasilerin

İçişleri Bakanı Beşir Atalay bir süre önce demokratikleşme açılımına ilişkin çalışmalar hakkında bilgi verdiği basın toplantısında çok önemli bir tespitte bulundu. “Demokratik açılımın asıl sahibi milletimizdir”.

Devamı

Mısır-Ürdün-İran

Mısır, Ürdün ve İran'ı bu sırayla ara vermeden ziyaret edebilecek tek bölge ülkesi Türkiye. Hem Araplar, hem de İran nezdinde iç ve dış politikada tüm sorun alanlarını konuşabilen ve tepki çekmeden çözüm önerileri sunabilen tek Dışişleri Bakanı ise Ahmet Davutoğlu.

Devamı

2001’deki Amerikan müdahalesinin ardından Afganistan’da, devlet başkanlığı ve eyalet meclisleri seçimlerinin ikincisi 20 Ağustos’ta birleştirilerek yapıldı. Seçimlerde gözlemci olarak bulunmanın verdiği avantajla, asıl gerekçenin maliyetten ziyade güvenlik kaygısı olduğunu söyleyebiliriz.

Afganistan'daki durumun vahameti Amerikan başkanlık seçimleri aracılığıyla uluslararası toplumun gündemine taşındı. Amerika'nın Afganistan'ı işgal ettiği 2001 yılının iyimser atmosferi geride kaldı.

Soğuk Savaş'ın bitişi ile birlikte dış politikayı belirleyen yukarıdan yapısal baskı ortadan kalktı. İki kutuplu dünyanın sınırlı tercih ortamı artık yok ve dış politika yeni dönemde iç politika karşısında özerkliğini kaybetti. Türkiye açısından baktığımızda dış politika neredeyse iç politikanın uzantısı haline geldi.

TRT'de yayınlanan Enine Boyuna programında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu entelektüel birikimi ve dış politika gündemine hâkimiyeti ile nasıl bir dışişleri bakanı profili çizeceğini ortaya koydu.

Ordu-Siyaset İlişkisinde Yeni Bir Dönem mi?

SİYASAL sistemin normal işlediği dönemlerde, ordunun siyasetle ilişkisi, siyaset-üstü kalmak ve siyasal eğilimler arasında tarafsızlığını korumak ilkesine göre biçimlenir. Bu nedenle TSK’nın kurumsal geleneği, komuta kademesinin gündelik siyasete müdahil olma meşruiyetini ara rejim süresi ile sınırlandırmıştır.

Devamı

Kapatılmamanın Maliyeti

TÜRKİYE, AK Parti’nin kapatıl(a)mamasının ardından bir ay geçmiş olmasına rağmen tüm “yeni dönem siyaseti” tartışmalarını tüketen bir havanın içerisine gömüldü.

Devamı

Irak’ta yaşanmakta olan sürecin bölgesel dengeleri değiştirmesi kaçınılmaz görünüyor. Bu yeni oluşumların ise Irak’ın komşularını derinden etkileyeceği anlaşılıyor. Bölgesel dengeler bakımından en önemli değişiklik, Irak’ın ‘Arap dünyası’ndan kopuşu olacak. Yeni Irak’ın, anayasada Sünni Arapları memnun etmek için nasıl bir formülasyona gidilirse gidilsin, siyaseten ‘pan-Arap’ karakterini yitireceği görülüyor. Zira Saddam’ın özellikle son on yılda izlediği iç politikalar nedeniyle Irak ‘milli kimliğini’ yitirmiş vaziyetteydi. Zaten yeni Irak’ta Arap kimliği öne çıksaydı bile, Irak yine de güçlü bir Arap devleti olma özelliğini yitirecekti. Gerçekten de, Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle birlikte Arap dünyasında (Mısır hariç) askeri bakımdan güçlü bir Arap ülkesi kalmadı. Bu da 20. Yüzyıl Ortadoğu siyaseti düşünüldüğünde, bütün dengeleri değiştirebilecek bir husus. Irak’ın askeri bakımdan zayıflamasıyla birlikte, kendi güvenliğini en azından kısa vadede sağlayamayacak bir Irak karşısında, (Suriye’nin içinde bulunduğu durum da düşünüldüğünde) bölgede İran, Türkiye ve İsrail’in öne çıktığı görülüyor. 

Medeniyet ve buluşma kavramları, uluslararası siyasette giderek önem kazanıyor. Toplumlar geçmişte olduğu gibi bugün de siyasi tercihlerini kültür, kimlik, din, medeniyet ve aidiyet duyguları üzerinden yapıyor. Devlet ve toplumun varlığını, kartezyen bir ulusal çıkar kavramına indirgeyen bakış açısı, İslâm ve Batı dünyalarının karmaşık ilişkisini açıklamakta yetersiz kalıyor. Çatışmacı modeller dahi medeniyetin, uluslararası ilişkilerin anahtar kavramlarından biri haline geldiğini kabul ediyor. Fakat medeniyetler diyalogu ve ittifakı, kavram ve uygulama düzeyinde pek çok sorunu da beraberinde getiriyor. MEDENİYETLER İTTİFAKI YAHUT BULUŞMASI Son yıllarda medeniyetler ittifakı, diyalogu yahut buluşması adı altında çeşitli girişimlere tanık olduk. İran'ın 1999'daki teklifi üzerine BM, 2001 yılını "Medeniyetler İttifakı Yılı" ilan etti ve dünya toplumlarını temsil eden en büyük siyasî yapı olarak çeşitli faaliyetler düzenledi. Bu yıl, yine BM himayesinde Türkiye ve İspanya başbakanları düzeyinde ortak bir proje başlatıldı ve bunun için 18 kişilik bir "âkil adamlar" heyeti oluşturuldu. BM'nin 25 Ağustos 2005 tarihli duyurusuna göre bu girişimin 2006 yılının ortalarına doğru tamamlanması öngörülüyor. Medeniyetler diyalogu çalışmalarına İslâm Konferansı Örgütü (IKÖ) de bir müddettir katılıyor. Akademik ve siyasî çevrelerde kavram giderek önem kazanıyor.

Asıl sorun, alınan kararların nasıl ve nereye kadar uygulanacağı. İKT üyesi ülkelerin zirvede alınan kararları uygulamasının önünde pek çok sorun bulunuyor. İslam ülkeleri küresel gelişmelerin merkezinde oldukları halde bu süreçte belirleyici bir rol oynamaktan uzaklar. Oysa bölgesel işbirliği programları, küreselleşmenin bölge üzerindeki menfi etkilerinin kontrol altına alınmasına önemli bir katkıda bulunabilir...     İslam Konferansı Teşkilatı’nın Üçüncü Olağanüstü Zirvesi, 7-8 Aralık tarihleri arasında Mekke’de yapıldı. Geçtiğimiz yıl hac sırasında Suudi Arabistan Kralı Abdullah ibn Abdulaziz’in daveti üzerine toplanan zirvede, İslam dünyası için yeni bir vizyon çağrısı yapıldı. Devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı zirvede, İslam dünyasının öncelikli sorunlarını ele alan Mekke Bildirgesi kabul edildi. Bunun için İKT’nin yeni bir yapıya kavuşturulmasını öngören 10 Yıllık Eylem Planı da onaylandı. Zirveye ev sahipliği yapan Suudi Arabistan Kralı Abdullah, açılış konuşmasında İslam dünyasının birlik ve dayanışmaya ihtiyaç duyduğunu ve tekfir ve terörizm gibi aşırı akımlara karşı mücadele edilmesi gerektiğini söyledi. Bunlar, aynı zamanda zirvenin ana gündem maddelerini oluşturuyor. Zirvede Türkiye’yi Meclis Başkanı Bülent Arınç ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül temsil etti.

 Son üç yıl içindeki gelişmelerin, -Afganistan ve Irak işgalleri, Amerika, Avrupa ve Çin arasında gelişen jeopolitik ve jeoekonomik saflaşmalar- ortaya çıkarmış olduğu gerçek, küresel örgütlerin artık neredeyse işlevsiz bir hale geldiğidir.  Bu tespit elbette küresel örgütlerin tamamen anlamsız hale geldiğine delalet etmez.  Fakat vakıa küresel örgütlerdeki kurumsal şemanın ezici ana gövdesini oluşturan kitlenin, azınlığı teşkil eden kuzeyli kitle karşısında şamar oğlanına dönüşmüş olmasıdır. Küresel organizasyonlarda bir hiyerarşinin olması kaçınılmazdır. Siyasi doğruculuk, liberal adalet ve eşitlik nosyonlarına gözü kapalı bir şekilde iman etmemiş olan her aklıselim yaklaşım,  belli bir hiyerarşinin bu tarz  kurumlarda kaçınılmaz olduğu hakikatini teslim edecektir. Sorun bundan ziyade hiyerarşinin hangi kıstaslara göre kurulduğu ve yönetim hiyerarşisi içinde fiilen bulunamayanların nasıl bir adalet mekanizması ile ve ne kadar korunduğu meselesi ile ilgilidir. Belli başlı küresel örgütlerde bugün yaşanan durum ancak iki katmanlı nihilist bir kast sistemi hiyerarşisi diye tarif edilebilir.  Hemen her küresel kurumda bu iki katmanlı kast sisteminin üst tarafında veto hakkına sahip olan kuzeyli azınlık ve altında kabaca dünyanın geriye kalan halklarını oluşturan güneyli çoğunluk bulunmaktadır. Güneyli çoğunluk içerisinde her hangi bir hiyerarşik ayırım olmaması ve tüm önemli kararlarının kast sisteminde üstün olanlar tarafından nesh edilebilmesi, iptal edilebilmesi gibi hakikatlerden dolayı küresel örgütlerin durumunu özetleyen en güzel ifade bütün hiyerarşik düzeylerin anlamsızlaştığı ‘nihilist bir girdap’ olsa gerek.  

Geçen iki yazıda İslam dünyasındaki temel gerginlik alanlarına temas etmiş ve zaman ve mekan telakkilerinden merkez-çevre ilişkisine kadar bir dizi sorunun bu gerginlikten kaynaklandığını söylemiştik. İslam dünyası bu sorunlara çözüm bulabilmek için yoğun bir fikri çabanın içerisinde bulunuyor. İKÖ’nün 9-11 Eylül tarihleri arasında düzenlediği Mekke toplantısı bu sorunların ele alındığı önemli platformlardan biriydi. Malezya’dan Pakistan’a, Türkiye’den Senegal ve Bosna’ya İslam dünyasının pek çok ülkesinden gelen alım ve aydınlar, siyaset, ekonomi ve kültür-düşünce başlıkları altında pek çok sorunu ele aldılar. Paralel olarak yapılan panellerde sorunlar özgür bir ortamda ve eleştirel bir dille tartışıldı. İKÖ Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun başkanlığını yaptığı konferans, hem geliştirdiği yeni vizyon hem de sunduğu çözümler açısından benim beklentilerimin üzerinde bir başarı elde etti. Toplantıya Ahmet Davutoğlu, Ali Bardakoğlu, Lahdar Brahimi, Kemal Hasan, Hurşit Ahmed, Osman Bugaje, Enes Karıc, Ali Cuma gibi İslam dünyasının önde gelen alim ve aydınları katıldı.

İslam dünyası tarihinin önemli dönüm noktalarından birini yaşıyor. Küresel sisteme entegre olmakla kendisi kalmak arasındaki gerilim, çağdaş Müslüman toplumların siyasi ve kültürel tercihleri üzerinde doğrudan bir etkiye sahip. Türkiye, Mısır ve İran gibi ülkelerin modernleşme serüvenleri, aynı zamanda derin çelişkilerin tarihi. Modernleşme adına büyük bedeller ödemeyi göze alan Müslüman toplumlar ne modernleşebildiler ne de kendilerine has bir zaman-mekan telakkisi geliştirebildiler. Öte yandan modernleşmenin nimetlerinden bugüne kadar siyasi elitler ve onlara yakın duranlar faydalandı. İslam toplumları modernleşmeyi merkeze karşı çevreyi zayıflatan bir süreç olarak tecrübe etti ve bu fiili durum bugün de devam ediyor. Çevrenin siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda yaşadığı marjinalleşme, İslam dünyasında farklı gerginlik alanlarının doğmasına neden oluyor. İslam coğrafyasının yer yer askerî, çoğu zamansa siyasi, ekonomik ve kültürel işgal altında olması, bu gerilim noktalarına yeni bir boyut katıyor. Avrupa’nın 19. yüzyıldaki modernleşme tarihinin sömürgecilikle atbaşı gittiğini İslam dünyası unutmuş değil. 19. yüzyılın ikinci yarısında Mağrib’den Endonezya’ya kadar İslam coğrafyasının yaklaşık yüzde 80’inin fiili işgal altında olduğu gerçeği, kolektif hafızada yaşamaya ediyor

15 Ekim’de yapılan anayasa referandumuyla birlikte ‘yeni Irak’ta bir kavşak daha geçilmiş oldu. ABD hükümet çevreleri (zorlamayla da olsa) anayasanın planlanan tarihte bitirilerek belirlenen takvime uygun olarak referanduma gidilmesini bir zafer olarak görüyorlar. Bu Amerikan kamuoyuna yönelik propagandanın bir parçası olmanın yanı sıra, Irak’tan askerlerin bir an evvel çekilmesi için gerekli olan süreç ve takvimin işlediğinin de bir göstergesi olarak algılanmaktadır. Üstelik ABD’nin çeşitli müdahaleleriyle Sünnilerin de bu sürece dahil edilmeye çalışılması, bu yolla direnişin (ya da direnişe desteğin) bitirileceği yolunda bir beklentiye de yol açmaktadır. Ancak Amerikan hükümetinin bütün beklentilerine rağmen, kesin sonuçlar bu yazının yazıldığı tarihte belli olmamakla birlikte, referandumda kabul edileceği tahmin edilen mevcut anayasa taslağının Irak’a içbarış ve istikrar getireceği oldukça şüpheli gözüküyor. Amerikan hükümeti için her şey yolunda, takvimine göre gidiyor ama; bu ne direnişin biteceğinin ne de Irak’a istikrarlı bir demokrasinin geleceğinin garantisi değil. Aksine böylesi hızlandırılmış bir sürecin, zorla sağlanan (ya da sağlandığına inanılan) bir mutabakatın ve belirsizliklerle ve çelişkilerle dolu bir anayasanın şiddet sarmalını ve istikrarsızlığı daha da arttırılabileceği tahmin edilebilir.  

30 Ocak 2005 Irak seçimleri ile birlikte hiç şüphesiz Irak tarihinde yeni bir sayfa daha açıldı. Bütün aksaklıklarına ve eksikliklerine rağmen bu seçimlerin yapılabilmiş olması bile Irak’ın (geçmişi ve) geleceği açısından önemliydi. Tarih geri çevrilemeyeceğine, Irak’ta eskiye dönülemeyeceğine göre, bütün olumsuzluklarına rağmen seçimin yapılabilmiş olmasıyla birlikte, ABD’nin işgal ve ‘demokratikleştirme’ (?) takvimi bakımından da bir aşama daha geçilmiş oldu.