Türk-Amerikan ilişkileri son 6 ayında alışılmadık iniş çıkışlar yaşadı. Bu düzensizlikle ilişkili olarak Washington, Ankara ile ilişkileri masaya yatırmıştı. Yaz sonu itibariyle yaşanan olumlu gelişmeler ve gelişen işbirliği alanları ilişkilerdeki geleceğe dönük kriz riskini ortadan kaldırmasa da en azından tarafların krizden kaçınmak için daha kontrollü hareket ettiğini gösteriyor. Nitekim Ağustos sonunda yapılan üst düzey karşılıklı ziyaretler Eylül ve Ekim ayları boyunca da devam edecek. Ne Washington seçim telaşına kapılıp ilişkileri riske atmak istiyor, ne de Ankara seçimler nedeniyle kırılgan hale gelen Kongre'den kaynaklanabilecek riskleri göğüslemek istiyor. Bu nedenle önümüzdeki dönemde Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı düzeyindeki BM ziyaretleri dışında, yoğun bir bakan, bürokrat ve siyasetçi trafiği bekleniyor.
Devamı
Türk-Amerikan ilişkileri zorlu bir dönemden geçiyor. Onyıllar süren hiyerarşik ilişkinin son 10 yılda giderek etkisini kaybetti. Obama döneminde "model ortaklık" söyleminin hakim olmaya başlaması, model ortaklığın askeri konularda da izdüşümlerinin görülmeye başlaması ve bu yeni durumun getirdiği gerilim, ilişkileri her açıdan etkiliyor. İki ülke arasında son 6 ayda yaşanan krizler bile durumun ciddiyetini ortaya koymaya yeter: Mart'ta Ermeni Soykırımı karar tasarısının Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu'ndan geçmesi, Mayıs'ta Türkiye-Brezilya-İran arasında imzalanan Tahran Araştırma Reaktörü Anlaşması, Mayıs sonunda yaşanan Yardım Gemileri Krizi ve nihayet Haziran'da BM Güvenlik Konseyi'nde Türkiye'nin İran'a ek yaptırım paketi aleyhinde oy kullanması. ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral Mike Mullen'ın Ankara ziyareti de bu açıdan değerlendirilmeli.
Devamı
Politik yer tutuşların dış politikayı anlama biçimini şekillendirdiği bir ortamda nasıl sağlıklı bir Türk dış politikası okuması yapılabilir? Bu sorunun uzantılarını ‘eksen kayması’ tartışmasından Türkiye-İran ilişkileri ve İsrail’in Gazze filosuna yaptığı saldırı sonrasındaki tartışmalara kadar birçok temel dış politika meselesinde görmek mümkündür.Türkiye’de her zaman iç (politik) gündem dış gündemin önünde gelmektedir ve bu manzarayı yazılı ve görsel basında da görmek mümkündür. Türkiye’nin de içinde olduğu ve tüm dünyanın gözünü diktiği çok önemli konular dahi bir iç gündem maddesi öne çıktığında birkaç günde unutulabilmektedir. Bu bakımdan, Türkiye’nin giderek küresel ölçekte önemli roller oynadığı bir süreçte Türk basınındaki dış haberciliğin ne durumda olduğu derinlemesine incelenmesi gereken bir konudur.
ABD seçim sistemi, Kongre’nin yapısı, bağış kampanyaları gibi prosedürel uygulamaları başarıyla kullanan İsrail lobisi, Demokratlar’ı ürküterek Obama’yı İsrail konusunda geri adım atmaya zorlamıştır. Türk-Amerikan ilişkilerinin görünmeyen üçüncü ortağı hep İsrail’di. İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan beri stratejik bir çerçeveye oturan bu ilişki, İsrail’i de zaman zaman seviyesi değişmekle birlikte hep yanında tutmuştur. Nasıl ki Türkiye-ABD ilişkilerinde zaman zaman krizler yaşanmışsa, Türk-İsrail ilişkilerinde de krizler yaşanmış, ancak Türk-Amerikan ilişkilerinde olduğu gibi burada da ilişkilerin şimdiki gibi sona erme noktasına varması daha önce görülmemiştir. Yeni olan Türk-İsrail ilişkilerinin sona ermeye doğru yol alması, bu gidişatın ise Türkiye-ABD ilişkilerini nasıl etkileyeceğinin henüz kestirilemiyor olmasıdır. Üç ülke de gidişatın ne sonuç doğuracağını bilemiyor, sonucu kontrol etmeye çalışıyor. Bu üçlü ilişkinin asıl kahramanı olan Washington’daki İsrail Lobisi, olanları büyük heyecanla izlerken, Türkiye ile İsrail arasında yaşanan gerginliği, Türk-Amerikan ilişkilerini gererek kontrol altına almaya çalışıyor, İsrail’le gerilen ilişkiler konusunda adeta Türkiye’yi tehdit eder bir politika izlemekte beis görmüyor.
İki ülke arasında hükümet ve devlet başkanları düzeyinde geçekleştirilen ziyaretler öncesinde, konuk ve ev sahibi liderler ile özel röportajlar yapılması ve bunların yayınlanması nerdeyse gelenek olmuştur. Bir tür kamu diplomasisi eksersizi sayılabilecek bu tür röportajların amacı ziyaretin siyasi içeriği hakkında kamuoyunu önceden bilgilendirmek, bazen sürprizlere hazırlamak, bazen de bazı müzakere konularında gerektiğinde toplumun göstereceği tepkileri destek olarak gündeme getirmektir.
İsrail, bir süredir ‘dostlarını’ diplomatik yollardan zor durumda bırakmayı adet edindi. Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi’nin zatında Türkiye’yi küçük düşürme niyetiyle ortaya konulan mizansene benzer bir hakarete yakın zamanda ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden da maruz kaldı. Biden’in Arap-İsrail görüşmelerine yeni bir sayfa açmak için yaptığı İsrail seyahati sırasında İsrail, Doğu Kudüs’te 1600 yeni konuta izin verdiğini açıkladı. “Yerleşimlerin dondurulması” meselesinin ABD yönetiminin Arap-İsrail barış sürecindeki en büyük önceliği olduğu dikkate alındığında, bu açıklamanın Biden’in şahsında ABD yönetimindeki barış yanlılarına özellikle Obama’ya, karşı yapılan büyük bir diplomatik gaf olduğunu söylemek mümkün. Bu gaf, İsrail’in Washington Büyükelçisi Michael Oren’in sözleriyle iki ülke arasında “son 35 senenin en büyük krizinin” patlak vermesine neden oldu. Biden, Netanyahu ile yiyeceği akşam yemeğine geç katıldı, basın toplantısında yerleşim kararını Ortadoğu barışına engel olarak gördüğünü söyledi, ABD Dışişleri Bakanlığı kınama mesajı yayınladı, Hillary Clinton Netanyahu ile sert bir telefon görüşmesi yaptı, Obama’nın Başmüşaviri David Axelrod yeni yerleşimleri ABD’ye yapılan bir hakaret olarak gördüğünü açıkladı, Clinton’in AIPAC toplantısındaki konuşmasında İsrail’in yerleşimler politikasını eleştiren kısımlar yer aldı...
Ortadoğu'da daha önce görülmedik ölçekte bir diplomatik hareketlilik gerçekleşiyor. Bu hareketlenme Ortadoğu'dan Afrika'nın içlerine alışılmış siyasi kalıpları kırıyor. Türkiye bu hareketliliğin merkezinde yer alıyor ve itici gücü rolünü oynuyor. Türkiye artık sadece komşu ülkeleri ilgilendiren sorunlarla sınırlı kalmayarak, Afro- Avrasya coğrafyasındaki tüm sorunların çözümünde meşru bir aktör haline geldi. Türkiye'nin mücavir alanlardaki meşruiyeti, bölge ülkelerini Türkiye'yi yanlarına çekme yarışına itti. Türkiye ile beraber hareket etmek hem iç politikada hem de dış politikada rahatlama sağlıyor. Türkiye'nin dahil olduğu platformlar yeni bir çerçeveden, sonuç üretecek inisiyatiflere dönüşüyor. Bu girişimler aynı zamanda bir araya gelmeleri zor aktörleri sorun çözme hedefi etrafında birleştirerek, Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu gibi coğrafyalarda uluslararası ilişkiler kültürünü dönüştürüyor. Kahire'de gerçekleşen Darfur donörler toplantısı Ortadoğu'nun değişen dengelerinin anlaşılması açısından önemli bir girişim. Piramitler ve Nil Nehri'ni karşısına alan yeni Kahire'de gerçekleştirilen toplantının salonuna girince fark edilen resim aslında yaşanan süreci oldukça güzel özetliyor. Yönetim masasında Türkiye ve Mısır dışişleri bakanları yönetici sıfatıyla, İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreteri ise toplantıyı himayesi altına almak üzere oturuyor.
Devamı
Ermenistan'la normalleşme konusunun yeniden tutarlı bir çerçevede ele alınması için mevcut toz duman bulutunu dağıtmak ve popüler bazı yanılgıları düzeltmek gerekiyor. Öncelikle yapılması gereken, soykırım kararları konusunu doğru bir düzlemde konuşmak. Konuya soykırım kararlarına evet ya da hayır denmesi, kararların geçmesinin başarısızlık olarak değerlendirilmesi bakış açısı hâkim. Ancak sorun kararların geçmesi ya da reddinden bağımsız olarak, soykırımla ilgili parlamentoların karar mercii olarak kabul edilmesinden kaynaklanıyor. Bu anlamsız kurgu seçim arifesinde parlamentoların oy kaygısıyla kararı geçirmelerine yol açıyor. Sonuç ne olursa olsun soykırım konusunu gündemine alan parlamentoya bu etik çerçeveden tepki gösterilebilir.
Devamı
Türk dış politikasında Mayıs 2010 ile yeni bir dönem başladı. Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri bakanı olmasıyla birlikte dış politika ve iç politika arasında yeni bir denge kuruldu. Dış politika içerideki kısır çekişmelerin prangasından kurtularak, hareket alanını genişletti. Dış politika yapıcılar Türkiye’nin son on yıldaki müspet gelişmelerinden aldığı enerjiyi, pozitif bir gerilimle mücavir bölgelerle entegrasyon ve barış çabaları şeklinde dışarıya yansıtıyor. Türkiye’nin dış politika hamleleri komşularla sorunların çözümüne, bölgenin güvenliği ve istikrarına ve ülkenin uluslararası prestijinin artmasına katkıda bulunuyor.
Ermeni lobisinin tezleri tüm açıklığıyla ve tüm siyasi aktörlerce tartışılmadıkça Türkiye bu tasarı kamburundan kurtulamayacak.
26 Şubat Afrika kıtası için önemli bir gün. 15 Kasım 1884'te başlayan Berlin Konferansı 26 Şubat'ta sona erdi. Karlı bir kış günü sona eren Berlin Konferansı 1885'te Afrika kıtasını 50 parçaya böldü. Bu tarihten sonra Afrika bölünmüşlüğünü muhafaza etti. Afrika tarihinin yabancı işgalleri ve köleleştirmeden sonra en önemli olayı Berlin Konferansı. Geçtiğimiz hafta Berlin Konferansı'nın ardından tam 125 yıl geçmiş oldu.
Türkiye'nin dış politikada İran çıkmazına sürüklendiğini söyleyenlerin sayısı artıyor. Bu pozisyon üç temel iddia ile destekleniyor. İlki, İran'ın uluslararası sistemle sorununun boyutu Türkiye'nin katkısına izin vermiyor. İkincisi, İran nükleer sorununda samimi değil ve tüm diplomatik çabaları nükleer silaha ulaşmak için kullanıyor. Son olarak ise, Türkiye'nin İran yöneliminin dış politikanın saklı gündeminin sonucu olduğu iddia ediliyor. 1979 İslam Devrimi ve akabindeki gelişmeler İran ile uluslararası sistem arasında tamiri zor bir sorun oluşturdu. İran'ı 30 yılı aşkın bir zamandır sistem dışı tutan ortam bu sorunun çözümünde hemen hiç mesafe alamadı. Son dönemde İran ile ilişkiler sürekli tırmanan bir gerilim eksenine oturdu. İran'ın nükleer çalışmaları bir anlamda İran'ın uluslararası sistemle hesaplaşmasının son noktası olarak görülmeye başlandı. Bu çatışmacı söylem İran ile hesabın bir an önce görülmesi ve işgal senaryolarına kadar varan sert tedbirler gündeme getiriyor. Diğer bakış açısı ise Amerika Başkanı Obama'nın dillendirdiği İran'la müzakere yoluyla bu sorunun çözülmesi.
Balkanlar coğrafi, ekonomik ve kültürel anlamda tam bir geçiş bölgesi. Asya'dan Avrupa'ya, Baltıklar'dan Akdeniz'e, geniş bir Afro-Avrasya coğrafyasının merkezinde yer alıyor. Bu coğrafyada tarihi olarak Doğu-Batı ve Kuzey-Güney hatlarında ekonomik etkileşim yoğun yaşandı. Balkanlar aynı zamanda farklı kültürlerin iç içe geçtiği, kaynaştığı bir yer oldu. Balkanlar'ın bu çok boyutlu geçiş özelliği bugünkü çok dinli, çokuluslu girift yapıyı ortaya çıkardı.Balkanlar tarihi olarak Osmanlı dönemi hariç uluslararası sistemin hep çevresinde kaldı. Bu coğrafyadan Asya içlerine kadar yayılan Büyük İskender'in imparatorluğu, Balkanlar'ı merkezine almadı. Büyük şehirleri Anadolu ve Asya'da yer aldı. Aynı durum Roma İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları dönemlerinde yaşandı. Balkanlar bu imparatorlukların çevresinde yer aldı. Benzer durum halihazırda AB ile yaşanıyor. Balkanlar, imparatorlukların ve güçlü devlet yapılarının hemen yanıbaşında kaos ve istikrarsızlıkla anılageldi.
Afganistan'da Taliban sonrası dönemi kuran Bonn Konferansı'ndan günümüze kadar geçen 8 yıl, hayal kırıklığı dışında sonuç üretmeyen bir dizi uluslararası girişime şahit oldu. Ancak kesin olan Afganistan'ın geleceğinin artık bir uluslararası proje olduğu ve bu projenin daha özenli bir şekilde yürütülmesi gerektiği. Uluslararası toplumun son girişimi 28 Ocak'ta Londra'da toplanan zirve oldu. Londra zirvesinin hedefi Afganistan'da askeri tedbirlerin yanı sıra yönetim, yeniden inşa ve kalkınma hedefli yeni bir hamle ile ülkeyi düzlüğe çıkarmak. Bu amaçla toplanan zirveden ana hatlarıyla üç sonucun çıktığı söylenebilir. Zirvede işgal güçlerine karşı savaşan gruplarla görüşmelerin gerçekleşmesi için net bir irade oluştu.
Mardin sokakları hiç alışık olmadıkları bir olaya, Dışişleri Bakanı ve otuza yakın büyükelçimizin çeşitli mekanlarda vatandaşla yüz yüze gelmelerine, konuşmalarına, beraber yemek yemelerine hatta kahvehanelerde karşılıklı pişti oynamalarına şahit oldu. Mardin dışında böyle bir olaya tanıklık eden başka bir ilimiz yok. Halkımız politikacıları, askerleri, mülki idare amirlerini, sporcuları ve sanatçıları aralarında görmeye alışkındır ama her nedense ülkemizi temsil eden büyükelçiler halk arasına karışmazdı. Buna mukabil Güneydoğu illeri başta olmak üzere toplumun büyük kesimi çeşitli ülkelerin Ankara büyükelçilerinin kendi illerini ziyaret ettiğini, incelemeler yaptığını ve sivil toplum kuruluşları ile görüştüğünü duyar ve bilir.
2010'un Afganistan için umut yılı olması bekleniyordu. Hamid Karzai'nin Cumhurbaşkanlığı yarışını kazanması, Amerikan Başkanı Obama'nın yeni tedbirleri ve Ocak sonunda Londra'da toplanacak Afganistan Konferansı olumlu bir perspektif oluşturdu. Sorun önümüzdeki aylarda uluslararası toplumun gündeminde kalacak ve Afganistan'ın yeniden inşası için vaat edilen sözler yerine getirilecekti.Ancak Afganistan'da yaşanan gelişmeler bu beklentiyi neredeyse boşa çıkaracak ölçüde hayal kırıklığı yarattı. Amerikan ve Afganistan Güvenlik Destek Gücü (ISAF) askerlerinin kayıpları artmaya başladı. Taliban'a karşı yürütülen operasyonlar başarılı olamıyor ve çok sayıda sivilin hayatını kaybetmesi ile sonuçlanıyor. Afganistan'daki savaş Pakistan'a sıçramış durumda.
Kıbrıs Türk kesimi lideri Talat ile Rum yönetimi lideri Hıristofyas arasındaki müzakereler bugünlerde yoğunlaştırılmış olarak devam ediyor. Daha önce Türkiye'nin bir Kıbrıs atağı içinde olduğunu yazmıştık. Türkiye ve Kıbrıs Türk kesiminin koordineli çalışmaları tarafları yeni bir fırsatın eşiğine getirdi. Türk tarafı müzakereleri bir sonuca taşıyabilecek bir öneri geliştirdi. Rum kesimi ilk şaşkınlıkla bu planı kategorik olarak reddetti. Ancak görüşmeler sürüyor.Türk tarafının önerisi zamanlama, yöntem ve muhteva açısından çarpıcı özellikler taşıyor. Öneri AB'nin kararlarını verdiği ve raporlarını yayınladığı yılsonundan hemen sonra gündeme geldi. Bu zamanlama AB baskısı hissetmeden, tam bir yıllık zamanı değerlendirerek barışa ulaşma iradesini gösteriyor.Yöntem olarak ise sayısı altmışı geçen Talat-Hıristofyas görüşmelerinin daha fazla uzamaması ve sonuç alınması için önlemler geliştirildi. Müzakerelerden sonuç alınması için BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon'un yeniden müzakere sürecine aktif olarak dahil olması ya da iki kesimin liderlerinin inisiyatif alması öngörülüyor.
Türkiye’nin tampon devlet kimliğinden hızlı bir biçimde proaktif ve çok boyutlu diplomatik aktivizme geçişi, son dönem Türk dış politikasının amaç, niyet ve realizmi hakkında bazı soru işaretlerine neden olmuştur. Belli alanlarda ve belli durumlardaki bu soru işaretleri, Türkiye’nin yönelimleri hakkında artan bir şüpheciliğe dönüşmüştür. Bu makale, üç tür şüpheci yaklaşım olduğu, bunlardan ikisinin Türk dış politikasının yeni dinamiklerini anlamaktan uzak olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun yerine bu çalışma, yeni proaktivizmin yaşama imkanı ve potansiyel yönelimlerini mütalaa etmek için üç objektif kriter sunmaktadır, yani ortam, kapasite ve strateji. Bunun da ötesinde bu çalışma, çok boyutlu ve yapıcı dış politika aktivizminin sürdürülebilirliği için Türkiye’nin, Avrupa Birliği çıpasını kendi dış politikası ve sağlam demokrasisinin ana ekseni olarak görmesi gerektiğini ifade etmektedir.
Türkiye son dört yılda dış politikada belli açılımları gerçekleştirdi. Türk dış politikasının son dönemdeki hareketli seyrinin Irak’ın işgali ile oluşan yeni durumun dayattığı mecburi gündem ve imkânlarla da doğrudan alakası var. Mesele Türkiye’nin bu yeni imkanların ne kadarını kendi iradesi dahilinde, ne kadarını ise ABD’nin oturtmaya çalıştığı “yeni güçler dengesi” çerçevesinde kullanabildiğidir.
1- 2 Şubat 2007 İstanbul Grand Cevahir Otel ve Kongre Merkezi