Türkiye-Rusya İlişkilerinde Çok Boyutlu Ortaklık

Rusya Başbakanı Putin'in bir günlük Türkiye ziyaretine, enerji boru hatlarından, nükleer santrale, gümrük problemlerinden, ekonomiye kadar farklı alanlarda 20 işbirliği anlaşması sığdı. İki ülke arasındaki işbirliği derinleştikçe, ilişkiler çok boyutlu ortaklık halini alıyor.

Devamı

Kürt Açılımı ve Dış Politika

Soğuk Savaş'ın bitişi ile birlikte dış politikayı belirleyen yukarıdan yapısal baskı ortadan kalktı. İki kutuplu dünyanın sınırlı tercih ortamı artık yok ve dış politika yeni dönemde iç politika karşısında özerkliğini kaybetti. Türkiye açısından baktığımızda dış politika neredeyse iç politikanın uzantısı haline geldi.

Devamı

Türkiye, coğrafi konumu, nüfus yapısının dinamizmi, dış dünyaya açılım talebi, dünyanın on yedinci büyük ekonomisi olma özelliği, Avrupa-Asya medeniyetlerini sentezlemesi, doğu-batı arasında fizikî olduğu kadar kültürel köprü olma konumu ile aslında kabına sığmayan bir ülke.

SETA Kafkasya çalıştaylarından üçüncüsünü 23 Temmuz'da Türk ve Gürcü akademisyenler, gazeteciler ve dış politika bürokratlarının katılımıyla gerçekleştirdi.

TRT'de yayınlanan Enine Boyuna programında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu entelektüel birikimi ve dış politika gündemine hâkimiyeti ile nasıl bir dışişleri bakanı profili çizeceğini ortaya koydu.

Yurtdışında yaşayan Türkler’in bugüne kadar ihmal edildiği, hatta bir kambur olarak görüldüğü söylenebilir. Oysa Dış Türkler, Türk Dış Politikası’na çoğu ülkenin sahip olmak istediği ama olamadığı birçok imkân sunuyor.

Obama'nın Rusya Açılımı

Obama, ülkesi ile Rusya arasındaki ilişkilere "yeni bir ayar" vermek üzere Moskova'da. Obama'nın bir dünya lideri olarak algılandığına şüphe yok. Rus halkının yüzde 72'si Obama ile bir şekilde ilgili ve yüzde 45'i saygı duyuyor. Obama'nın Moskova ziyareti haftalarca öncesinden Rusya'da heyecan uyandırmayı başardı.

Devamı

Ordu Darbe Yapamayınca...

İRTİCA ile Mücadele Eylem Planı, AK Parti iktidarının başlangıcından bu yana siyasal gündemi meşgul eden pek çok konuyu tekrar tedavüle soktu. Geçen 2-3 hafta içinde, ordu da siyaset de kendi alanlarını ve konumları tahkim edecek hamleler yaptılar.

Devamı

AĞUSTOS 2008’de meydana gelen Rus-Gürcü çatışması ile uluslararası politikanın gündemi Kafkasya’ya kilitlendi. Kafkasya’daki çatışmalar, ABD ve Rusya gibi büyük güçleri karşı karşıya getirerek yeni bir soğuk savaş retoriğine neden oldu.

SETA 26 Haziran'da gerçekleştirdiği Türkiye-Azerbaycan ilişkileri çalıştayı ile bir ilke daha imza attı. Azerbaycan'dan 30'a yakın akademisyen, milletvekili, devlet adamı ve gazeteci Türk meslektaşları ile toplantıda bir araya geldi. Türkiye-Azerbaycan ilişkileri enine boyuna masaya yatırıldı. Nisan 2009'da iki ülke arasında zirve yapan "kriz" tüm yönleriyle tartışıldı.

Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasında dış konjonktür her zaman önemli olmuştur. Avrupa’nın büyük devletlerinde yapılan genel seçimler ise bu konjonktürde en keskin değişimlere yol açan etkenlerdendir. Almanya’da Eylül 1998 seçimleri sonunda Helmut Kohl liderliğindeki on altı yıllık Hıristiyan Demokrat-Liberal koalisyonun yerini Gerhard Schröder’in Sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyonuna bırakması adaylık statümüzdeki değişime ivme kazandırmıştı. Almanya’da böyle bir iktidar değişikliği olmasaydı, Türkiye’nin AB adayı ilan edildiği 1999 Helsinki Zirvesi farklı sonuçlanabilirdi. Bugün Almanya’da yapılacak genel seçimler Türkiye’de bu sefer tam tersine, kötümser beklentilere yol açmış durumda. Almanya’nın Eylül 2005 seçimlerinde yeniden bir iktidar değişikliğine gitme ihtimalinin Türk kamuoyunu kaygılandırması boşuna değil. Seçimler sonunda, AB’nin amiral gemisi hükmündeki bu ülkede Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemeyen Hıristiyan Demokrat ve Hıristiyan Sosyal Birliği (CDU/CSU)’nin içinde yer alacağı bir hükümetin kurulması Türkiye’ye neye mal olacaktır? Tam da AB müzakerelerine başlayacağı sırada Almanya’da Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan bir sağ iktidardan süreç nasıl etkilenir?  

Medeniyet ve buluşma kavramları, uluslararası siyasette giderek önem kazanıyor. Toplumlar geçmişte olduğu gibi bugün de siyasi tercihlerini kültür, kimlik, din, medeniyet ve aidiyet duyguları üzerinden yapıyor. Devlet ve toplumun varlığını, kartezyen bir ulusal çıkar kavramına indirgeyen bakış açısı, İslâm ve Batı dünyalarının karmaşık ilişkisini açıklamakta yetersiz kalıyor. Çatışmacı modeller dahi medeniyetin, uluslararası ilişkilerin anahtar kavramlarından biri haline geldiğini kabul ediyor. Fakat medeniyetler diyalogu ve ittifakı, kavram ve uygulama düzeyinde pek çok sorunu da beraberinde getiriyor. MEDENİYETLER İTTİFAKI YAHUT BULUŞMASI Son yıllarda medeniyetler ittifakı, diyalogu yahut buluşması adı altında çeşitli girişimlere tanık olduk. İran'ın 1999'daki teklifi üzerine BM, 2001 yılını "Medeniyetler İttifakı Yılı" ilan etti ve dünya toplumlarını temsil eden en büyük siyasî yapı olarak çeşitli faaliyetler düzenledi. Bu yıl, yine BM himayesinde Türkiye ve İspanya başbakanları düzeyinde ortak bir proje başlatıldı ve bunun için 18 kişilik bir "âkil adamlar" heyeti oluşturuldu. BM'nin 25 Ağustos 2005 tarihli duyurusuna göre bu girişimin 2006 yılının ortalarına doğru tamamlanması öngörülüyor. Medeniyetler diyalogu çalışmalarına İslâm Konferansı Örgütü (IKÖ) de bir müddettir katılıyor. Akademik ve siyasî çevrelerde kavram giderek önem kazanıyor.

Siyaset, liderlik, karakter, sınıf, din, korku, savaş... 4 Kasım 2008 günü yapılacak Amerikan başkanlık seçiminin sonuçlarını bütün bunların bileşkesinden doğan algılar ve tercihler belirleyecek.

RUSYA-Gürcistan savaşı, Kafkaslardaki stratejik dengelerin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Kafkaslardaki kriz bir başka hususu daha teyid etti: Bugünkü küresel güç savaşları dünyanın en küçük ülkeleri, en küçük toprak parçaları ve aktörleri üzerinden yürüyor.

TÜRKİYE, AK Parti’nin kapatıl(a)mamasının ardından bir ay geçmiş olmasına rağmen tüm “yeni dönem siyaseti” tartışmalarını tüketen bir havanın içerisine gömüldü.

Irak’ta yaşanmakta olan sürecin bölgesel dengeleri değiştirmesi kaçınılmaz görünüyor. Bu yeni oluşumların ise Irak’ın komşularını derinden etkileyeceği anlaşılıyor. Bölgesel dengeler bakımından en önemli değişiklik, Irak’ın ‘Arap dünyası’ndan kopuşu olacak. Yeni Irak’ın, anayasada Sünni Arapları memnun etmek için nasıl bir formülasyona gidilirse gidilsin, siyaseten ‘pan-Arap’ karakterini yitireceği görülüyor. Zira Saddam’ın özellikle son on yılda izlediği iç politikalar nedeniyle Irak ‘milli kimliğini’ yitirmiş vaziyetteydi. Zaten yeni Irak’ta Arap kimliği öne çıksaydı bile, Irak yine de güçlü bir Arap devleti olma özelliğini yitirecekti. Gerçekten de, Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle birlikte Arap dünyasında (Mısır hariç) askeri bakımdan güçlü bir Arap ülkesi kalmadı. Bu da 20. Yüzyıl Ortadoğu siyaseti düşünüldüğünde, bütün dengeleri değiştirebilecek bir husus. Irak’ın askeri bakımdan zayıflamasıyla birlikte, kendi güvenliğini en azından kısa vadede sağlayamayacak bir Irak karşısında, (Suriye’nin içinde bulunduğu durum da düşünüldüğünde) bölgede İran, Türkiye ve İsrail’in öne çıktığı görülüyor. 

Türkiye’deki kimlik tartışmalarının kimlik siyaseti üzerinden yapılması, bir tarafta bu ülkenin asli unsurlarının marjinalize edilmesine öte tarafta herkesin sahiplenebileceği Türkiye diye bir bütünün küçülmesine yahut ortadan kalkmasına neden oluyor. Hak elde etmek adına kendilerini bu siyasetin aktörü olarak gören gruplar, “azınlıklar”ın alt gruplar olarak tanındığı ama eş-zamanlı olarak etnisizm çizgileri daha da derinleşmiş bir Türkiye’nin herkese dar geleceğini gözden kaçırıyorlar. Kimlik siyasetinin marjinal bir hak talepçiliğine dönüştüğü yer, içinde bulunduğumuz konjonktürün tarihi-siyasi bağlamından kopartılıp mutlak bir veri olarak kabul edilmesi ve kimliğimizin ve aidiyet parametrelerimizin buna göre yeniden tanımlanmasıdır. Türkiye’de devletin etno-seküler milliyetçiliğine karşı bir anti-tez üretmek ve Kürt kimliği merkezli bir hak mücadelesi vermek, bu milliyetçiliği aşmak değil, farklı bir formatta yeniden üretmek anlamına geliyor.

Kaba Güce Karşı İnce Güç “İnce güç” kavramını ilk olarak 1980’li yıllarda kullanan Harvard’ın Kennedy Hükümet Fakültesi dekanı Joseph Nye, uluslararası ilişkilerde ekonomik ve askeri yığınak yapmanın ötesinde farklı güç biçimleri bulunduğu düşüncesinden hareket ediyor. İstediğiniz bir şeyi elde etmenin üç temel yolu var: Karşınızdakini kaba kuvvetinizle tehdit etmek ve gerekirse savaşmak; karşınızdakini çeşitli biçimlerde satın almak; ve “ince güç” kullanarak ikna etmek. Nye’a göre ince güç, “istediğiniz bir şeyi, kaba güç kullanarak değil, başkalarının sizin hedeflerinizi kabul etmesini sağlayarak elde etmeniz”dir. Bu, karşı tarafı inandırıcı argümanlar ve rasyonel politikalarla ikna ederek mümkündür. Burada inandırıcılık ve ikna kaabiliyeti temel güç unsurlarıdır. “İnce güç” tabirini, Amerikanın dış politika alternatiflerini anlamak ve anlatmak için kullanan Nye, Amerika’nın inandırıcılık, ikna kaabiliyeti ve cazibesini kaybettiğini, bunun maliyetinin ise hiç bir ekonomik göstergeyle ölçülemeyeceğini düşünüyor. Ona göre Amerika’nın soğuk savaş dönemindeki başarısını devam ettirebilmesi, Afganistan ve Irak gibi yeni ülkeler işgal etmesine değil, kaybettiği ince gücünü yeniden kazanmasına bağlı. Amerikan karşıtlığının küresel bir olgu haline geldiği bir dünyada Amerika’nın tercih edilen ve güvenilen bir siyasi güç olması artık mümkün değil. Amerikanın ince gücü, önemini her gün yitiriyor.

İran ile ABD arasındaki nükleer kriz tırmandıkça, Türkiye’nin muhtemel gelişmeler karşısında izleye(bile)ceği politikalar ve karşı karşıya kalabileceği açmazlar hakkındaki yorumlar da her geçen gün artıyor. Son 20-25 yılda siyasi ve askeri elitlerimizin Türk-İran ilişkileri konusunda verdikleri demeçlere baktığımızda birbiriyle zıt iki temel söylemle karşılaşırız. Bir kesim ‘son 400 yıldır’ devam eden ‘ebedi’ Türk-İran dostluğundan bahsederek, 1639 Kasr-ı Şirin antlaşmasından bu yana sınırımızın hiç değişmediğini,

1947’de, II. Dünya Savaşı’nı müteakiben 23 ülkenin başlattığı uluslararası ticaret görüşmeleri bugünkü Dünya Ticaret Örgütü’nü (DTÖ) vücuda getirdi. Yarım yüzyıldır devam eden görüşmeler Kuzeyin, Güneyin nerdeyse bütün gümrük duvarlarını yıkma süreci olarak geçti. Yaygın ekonomi-politik düşünce bu döneme ticaret liberalizasyonu da demektedir. 9-14 Kasım 2001’de Doha’da yapılan DTÖ VI. Bakanlar Konferansı sonrasında Güneyin bu makus talihini kırmaya yönelik ilk söylemsel adımlar atıldı.Özellikle Gelişmiş Ülkelerin (GÜ) tarım sektörüne verdikleri ihracat sübvansiyonları ve iç desteklerini azaltmaya yönelik ilk girişimler başlatılmış oldu. Haziran ayında Cenevre’de yapılan DTÖ mini-bakanlar toplantısında,  son 5 senedir yaşanan tıkanmanın bir benzeri vuku buldu.