Kürt milliyetçiliğinin önde gelen aktörlerinden PKK- HDP çizgisi Türkiye'de kan kaybediyor.
Devamı
'Yeni Mısır', ordu ile ülkedeki muhalif siyasal aktörler arasındaki 'müzakere' sürecinin sonucunda şekillenecek.
Devamı
Ortadoğu'da demokratik değişim talepleri artarken, Türkiye Irak ile ekonomik entegrasyon sürecine devam ederken; PKK, BDP için fırsattan maliyete doğru dönüşebilir.
İstikrarı, halkın meşru taleplerinin yerine getirilmesiyle ilişkilendiren Türkiye, bu yönüyle bölgede bir paradigma kaymasına sebebiyet vermiştir.
Irak işgaliyle beraber, önceleri Yeni Amerikan Yüzyılı ekseninde yürüyen tartışmalar, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika girişimine dönüşüverdi.
Lübnan Başbakanı Rafik Hariri’ye düzenlenen suikastin üzerinden 5 seneyi aşkın bir süre geçti.
Türkiye’de “evet” ve “hayır”ların birbiriyle yarıştığı ve “evet”lerin üstün geldiği anayasa referandumu süreci yaşanırken yanıbaşımız Ortadoğu’da Filistinli ve İsrailli evetçilerle hayırcılar genelde barışa, özelde ise bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmasına yönelik bir “EVET” çıkarabilme umuduyla bir araya getirildiler. İsrail’in 2008’deki Gazze saldırısı nedeniyle kopan İsrail ve Filistinli liderler arasındaki direkt görüşmeler, yaklaşık iki senelik bir aranın ardından 2 Eylül’de Amerikan sponsorluğunda tekrar başladı. Beyaz Saray ve Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda yürütülen ilk tur görüşmelerde İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu (Bibi) ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas (Ebu Mazen), birbirlerinin barış konusundaki ciddiyetlerini test ettiler. Bu hafta Mısır’ın Şarm el-Şeyh kentinde devam edecek görüşmelerde ise iki tarafın öncelikli “evet” ve “hayır”ları masaya yatırılacak.
Devamı
PKK, iktidarı geçmiş dönemlerdeki güvenlikçi perspektife mahkûm ederek tuzağına düşürmek ve toplumsal desteğini azaltmak istiyor.
Devamı
Irak’ın ABD tarafından işgal edildiği tarihten bu yana, bölge barışına en somut katkıda bulunan ülke hiç kuşkusuz Türkiye’dir. Küresel bir aktör olarak Türkiye, barışa sadece söylem düzeyinde değil, eylem düzeyinde de aktif katkıda bulunuyor. Dahası, bunu, bir takım insani ve etik kaygılarla temellendiriyor. Ancak, bu dış politikanın amaçlanan olumlu sonuçları doğurabilmesi ve “Türkiye’nin yumuşak ‘insani’ gücünün” etkili olabilmesi, özellikle de Ortadoğu’nun mevcut yapısı göz önüne alındığında, birçok parametrenin eş güdümlü olarak kullanılmasına bağlı görünüyor. Bu araçlardan biri de medya.
Sokak gösterileri, Reşadiye'deki saldırı, DTP'nin kapatılması, devam eden sokak gösterileri, Muş'ta yaşanan üzücü hadise ve toplumsal gerilim... Bunlar, ardı ardına gelen ve açılım sürecinin arkasındaki iradeyi ve açılımın geleceğini sorgulamamıza yol açan olaylar zinciri. Bu olaylara dayanarak, iki haftadır, Türkiye bir provokasyondan ve Kürt siyasetinin bu provokasyonun aktörü haline gelmesinden bahsediyor. Hatta DTP'nin kapatılması ve DTP'nin içindeki güvercin kanadı temsil ettiği bilinen Ahmet Türk'ün siyasi yasaklı olmasından yola çıkarak Anayasa Mahkemesi'nin de bu provokasyona alet olduğunu ima eden yorumlar yapılıyor. Gizli ya da açık bir elin olaylara start verdiğine ve nihayetinde açılımın ciddi bir krize girdiğine şüphe yok. Ancak, ortadaki tabloyu yorumlamadan önce, bu tabloyu doğuran koşulları, provokasyona gelen aktörleri konuşmadan önce, provokasyonu mümkün kılan aktörleri konuşmamız gerekir.
Çok değil 11 yıl önce Türkiye ve Suriye, Ekim 1998'de imzalanan Adana anlaşması ile bir askeri çatışmanın eşiğinden döndü.
Suriye, bölge barışı için İsrail ile birlikte kilit ülke konumundadır. İsrail-Suriye barışı bölgede zincirleme reaksiyon yaratma potansiyeline sahiptir. Filistin problemi kadar grift ve çok boyutlu olmaması gerçekleşmesini imkân dahilinde tutmaktadır
GAZZE 2009 katliamı, insanlığın önünde bir suç abidesi olarak duruyor. Yaşanan dram, katliamdan savaş suçlarına, ahlakın sükût etmesinden siyasi intihara kadar geniş bir alana yayılıyor. Son Gazze saldırıları, uluslararası sistemin iflas ettiğini, ‘İsrail istisnacılığı’nın kanun ve kural üstü olduğunu gösteriyor. Bu tutumuyla İsrail ve bir adım gerisindeki ABD yönetimi, ‘güçlü olan haklıdır’ diyor. Adalet, eşitlik, demokrasi, insan hakları, insan hayatının kutsiyeti, ötekine saygı... Gazze’deki çocuk cesetlerinin önünde bütün bunlar boş birer söz haline geliyor.
ANAYASA Mahkemesi’nin şaşırtmayan başörtüsü kararının ardından siyasetin üzerine ölü toprağı tam anlamıyla serpilmiş oldu. Mahkeme pozitif hukuk açısından, hukuki tartışmaları anlamsız hale getiren bir karara imza attı.
GEÇEN hafta Türkiye parti kapatmayla, dünya, ekonomik krizle uğraşırken; Rusya NATO’yla, Amerika ise ‘yeni güçler dengesiyle’ orta yolu bulmaya çalışıyordu.
Soğuk Savaş nükleer rejiminin en çarpıcı eleştirilerinden biri, sinemanın dâhi yönetmenlerinden Stanley Kubrick’in kara komedisi Dr Strangelove’da ironik bir şekilde ortaya konmuştur. General Jack D. Ripper şizofrenik vehimleri ve teorileri nedeniyle Sovyetlere nükleer saldırı emri verir. Durumdan haberdar olan Amerikan başkanı, Sovyet liderini yanlışlıktan haberdar etmek üzere arar.
Moderniteye hususi bir tarihi tecrübe olarak baktığımızda pek çok temel özelliğinden bahsedebiliriz. Bu tecrübeyi oluşturan ekonomik ve siyasi şartlar, Batı medeniyetinin Greko-Romen ve Yahudi-Hıristiyan kökleri, Reformasyon sonrasında yaşanan gelişmeler, Avrupa sömürgeciliği ve yeni kıtaların keşfi, kapitalizmin ortaya çıkısı, ulus-devlet gibi unsurlar, herhangi bir modernite tartışmasının değinmek zorunda olduğu konulardır.Biz burada modernitenin iki kurucu unsuru olan özgürlük ve rasyonalite kavramları üzerinde duracağız. Bu iki unsur, moderniteyle ortaya çıkan yeni yaşam biçimlerinin de temelinde yer alır.
Tren kazası, raydan çıkma, duraklama, dondurma, vs. derken Türkiye’nin AB üyeliği belirsiz bir istikamette ilerliyor. Kıbrıs meselesinden dolayı müzakere sürecinin yavaşlatılması, bundan sonraki dönemle ilgili önemli ipuçları veriyor. Bu belirsizlik ve gerginlik ortamında AK Parti hükümeti AB üyeliği konusunda eski heyecan ve kararlılığını muhafaza edebilecek mi? Bugün Kıbrıs diyen AB, yarın başka konularda ayak diretecek ve müzakere sürecini fiilen sona erdirecek mi?Limanların açılması ve dolayısıyla Kıbrıs meselesinden dolayı müzakerelerin askıya alınması iki ihtimali gündeme getiriyor: Ya AB, çok ilkeli ve tutarlı bir politika izliyor ve temel prensiplerden taviz verilmeyeceğini söylüyor ya da AB’nin, Türkiye’nin üyeliği konusunda hala büyük şüpheleri var.
Katolik dünyasının ruhani lideri Papa 16.ncı Benedikt’in Türkiye ziyareti, Müslüman bir ülkeden çok sanki Ortodoks bir ülkeye yapılıyormuş gibi bir havaya büründü. Vatikan kökenli “Papa Müslümanlarla değil Ortodokslarla diyalog yapmaya geliyor” açıklaması, Türk medyasının dikkatinden kaçmadı ve pek çok ulusal gazetenin manşetine taşındı. Daha sonra “Müslümanlarla da diyalog kurulacak” açıklaması yapıldı ama bu zihinlerdeki şüpheleri pek gidermişe benzemiyor Papa’nın Türkiye ziyareti Katolik ve Ortodoks dünyalarını birleştirme yönünde atılmış tarihi bir adım olabilir mi? İki kilise ve dini otorite arasındaki bin yıllık bölünme, bundan sonra ortadan kalkabilir mi?
Mavi emzikli bebek cesedi, yıkık binalar, Nasrallah posterleri, Arap ülkelerinde öfkeli kalabalıklar, Condi Rice’ın yapay gülümseyişi, Arap Birliği'nin ölüm sessizliği, Türk basınında İsrailci köşe yazarlarının küstah tavırları ve İsrail’in uluslararası kamuoyunu hiçe sayan hâli; Lübnan fırtınası dindiğinde muhayyilemizde kalan kareler olarak kayda geçecek. Her krizin kaybedenleri ve kazananları olacağı gibi krizlerde yıldızı parlayan veya güvenilirliğini yitiren liderler ve kurumlar olur. Krizler âdeta turnusol kağıdı gibidir; gizli hesapları ve bilinçaltındaki karanlık düşünceleri ortaya çıkarır, biriken negatif enerji açığa çıkar ve yıkımın ardından bazı hesaplar yeniden gözden geçirilir