Gürcistan'a Dikkat

SETA Kafkasya çalıştaylarından üçüncüsünü 23 Temmuz'da Türk ve Gürcü akademisyenler, gazeteciler ve dış politika bürokratlarının katılımıyla gerçekleştirdi.

Devamı

Ortadoğu'da İşbirliğinden Entegrasyona

TRT'de yayınlanan Enine Boyuna programında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu entelektüel birikimi ve dış politika gündemine hâkimiyeti ile nasıl bir dışişleri bakanı profili çizeceğini ortaya koydu.

Devamı

Obama, ülkesi ile Rusya arasındaki ilişkilere "yeni bir ayar" vermek üzere Moskova'da. Obama'nın bir dünya lideri olarak algılandığına şüphe yok. Rus halkının yüzde 72'si Obama ile bir şekilde ilgili ve yüzde 45'i saygı duyuyor. Obama'nın Moskova ziyareti haftalarca öncesinden Rusya'da heyecan uyandırmayı başardı.

Türkiye'nin AB üyeliği açısından yeni fırsatlar doğurabilecek gelişmeler olmasına karşın, bu konu hâlâ gündemin en alt sıralarında yer alıyor. Örneğin 1 Temmuz tarihi itibarıyla Türkiye'nin üyelik müzakerelerinde ilerleme sağlanmasına katkı vereceğini ilan eden İsveç, Avrupa Birliği dönem başkanlığını devraldı.

 Soğuk Savaş, dünyanın geri kalanında bitmesine karşılık, Kafkasya’da devam etti. Kuzey, güney, doğu, batı hattında bölünmeler, bölgede barışın, işbirliğinin ve karşılıklı bağımlılığın tesisini uzunca bir süre engelledi.

Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasında dış konjonktür her zaman önemli olmuştur. Avrupa’nın büyük devletlerinde yapılan genel seçimler ise bu konjonktürde en keskin değişimlere yol açan etkenlerdendir. Almanya’da Eylül 1998 seçimleri sonunda Helmut Kohl liderliğindeki on altı yıllık Hıristiyan Demokrat-Liberal koalisyonun yerini Gerhard Schröder’in Sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyonuna bırakması adaylık statümüzdeki değişime ivme kazandırmıştı. Almanya’da böyle bir iktidar değişikliği olmasaydı, Türkiye’nin AB adayı ilan edildiği 1999 Helsinki Zirvesi farklı sonuçlanabilirdi. Bugün Almanya’da yapılacak genel seçimler Türkiye’de bu sefer tam tersine, kötümser beklentilere yol açmış durumda. Almanya’nın Eylül 2005 seçimlerinde yeniden bir iktidar değişikliğine gitme ihtimalinin Türk kamuoyunu kaygılandırması boşuna değil. Seçimler sonunda, AB’nin amiral gemisi hükmündeki bu ülkede Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemeyen Hıristiyan Demokrat ve Hıristiyan Sosyal Birliği (CDU/CSU)’nin içinde yer alacağı bir hükümetin kurulması Türkiye’ye neye mal olacaktır? Tam da AB müzakerelerine başlayacağı sırada Almanya’da Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan bir sağ iktidardan süreç nasıl etkilenir?  

İslam Dünyası Parlak Geçmişini Arıyor (III)

Geçen iki yazıda İslam dünyasındaki temel gerginlik alanlarına temas etmiş ve zaman ve mekan telakkilerinden merkez-çevre ilişkisine kadar bir dizi sorunun bu gerginlikten kaynaklandığını söylemiştik. İslam dünyası bu sorunlara çözüm bulabilmek için yoğun bir fikri çabanın içerisinde bulunuyor. İKÖ’nün 9-11 Eylül tarihleri arasında düzenlediği Mekke toplantısı bu sorunların ele alındığı önemli platformlardan biriydi. Malezya’dan Pakistan’a, Türkiye’den Senegal ve Bosna’ya İslam dünyasının pek çok ülkesinden gelen alım ve aydınlar, siyaset, ekonomi ve kültür-düşünce başlıkları altında pek çok sorunu ele aldılar. Paralel olarak yapılan panellerde sorunlar özgür bir ortamda ve eleştirel bir dille tartışıldı. İKÖ Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun başkanlığını yaptığı konferans, hem geliştirdiği yeni vizyon hem de sunduğu çözümler açısından benim beklentilerimin üzerinde bir başarı elde etti. Toplantıya Ahmet Davutoğlu, Ali Bardakoğlu, Lahdar Brahimi, Kemal Hasan, Hurşit Ahmed, Osman Bugaje, Enes Karıc, Ali Cuma gibi İslam dünyasının önde gelen alim ve aydınları katıldı.

Devamı

Kurucu Bir Projeden Negatif Diyaloğa

Medeniyet ve buluşma kavramları, uluslararası siyasette giderek önem kazanıyor. Toplumlar geçmişte olduğu gibi bugün de siyasi tercihlerini kültür, kimlik, din, medeniyet ve aidiyet duyguları üzerinden yapıyor. Devlet ve toplumun varlığını, kartezyen bir ulusal çıkar kavramına indirgeyen bakış açısı, İslâm ve Batı dünyalarının karmaşık ilişkisini açıklamakta yetersiz kalıyor. Çatışmacı modeller dahi medeniyetin, uluslararası ilişkilerin anahtar kavramlarından biri haline geldiğini kabul ediyor. Fakat medeniyetler diyalogu ve ittifakı, kavram ve uygulama düzeyinde pek çok sorunu da beraberinde getiriyor. MEDENİYETLER İTTİFAKI YAHUT BULUŞMASI Son yıllarda medeniyetler ittifakı, diyalogu yahut buluşması adı altında çeşitli girişimlere tanık olduk. İran'ın 1999'daki teklifi üzerine BM, 2001 yılını "Medeniyetler İttifakı Yılı" ilan etti ve dünya toplumlarını temsil eden en büyük siyasî yapı olarak çeşitli faaliyetler düzenledi. Bu yıl, yine BM himayesinde Türkiye ve İspanya başbakanları düzeyinde ortak bir proje başlatıldı ve bunun için 18 kişilik bir "âkil adamlar" heyeti oluşturuldu. BM'nin 25 Ağustos 2005 tarihli duyurusuna göre bu girişimin 2006 yılının ortalarına doğru tamamlanması öngörülüyor. Medeniyetler diyalogu çalışmalarına İslâm Konferansı Örgütü (IKÖ) de bir müddettir katılıyor. Akademik ve siyasî çevrelerde kavram giderek önem kazanıyor.

Devamı

Seçimler Alman Siyasetini Kilitledi Almanya’da yapılan erken seçimler pat durumuyla sonuçlandı. Sağ ana muhalefet lideri Angela Merkel’in Hristiyan Demokrat Birliği (CDU) ve Bavyera’daki müttefiği Hristiyan Sosyal Birliği (CSU) %35.2, Başbakan Schröder’in Sosyal Demokrat Partisi (SPD) %34.4 oy aldı. Seçim kampanyasına yirmi puanın üzerinde bir farkla başlayan Merkel’in en az  %40 oy alıp liberal FDP ile koalisyon yapması bekleniyordu. Berlin’deki hesap çarşılardaki oy sandıklarına uymayınca koalisyon ihtimalleri alt üst oldu. Seçimi Küçük Partiler Kazandı Tarihine düşen Hitler gölgesinden sonraki anayasaya göre Almanya’da hükumet olabilmenin şartı mecliste salt çoğunluğa sahip olmak. Merkel’in muhtemel koalisyon ortağı FDP %10,5 ile tarihinin en yüksek oyunu alması muhafazakar bir koalisyon kurulmasına yetmedi. SPD’den ayrılanların kurduğu milliyetçi Sol Parti (Die Linke) %8.1, Schröder’in koalisyon ortağı Yeşiller (Die Grünen) %8.7 oy aldı. Küçükler büyüklerin pasta payını tırtıkladı; bir önceki genel seçime göre CDU’nun 3.3’lük ve SPD’nin 4.2’lik oy kaybı küçük partilere gitti. Şimdi seçim galibi iki büyük parti küçükleri bir araya getirmenin peşinde. 1966-1969 arasında ülkeyi yöneten son “büyük koalisyon”dan beri CDU ve SPD birlikte hükumet kurmadı; her zaman küçük partilerle anlaşma yoluna gitti.

RUSYA-Gürcistan savaşı, Kafkaslardaki stratejik dengelerin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Kafkaslardaki kriz bir başka hususu daha teyid etti: Bugünkü küresel güç savaşları dünyanın en küçük ülkeleri, en küçük toprak parçaları ve aktörleri üzerinden yürüyor.

DÜNYA yeni bir düzenin kurulma sancılarını çekiyor. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından tasfiye edilen klasik imparatorlukların yol açtığı iktidar boşluğu kendini İkinci Dünya Savaşı’nda gösterdi. Bu savaşın ardından ortaya çıkan güç boşlukları ise Soğuk Savaş şeklinde tarif edilen nispi denge ile dolduruldu.

Dünya Ticaret Örgütü’nün Hong Kong toplantısı 18 Aralık’ta tamamlandı. Son çeyrek yüzyılda yapılan toplantıların sadece bir tanesini büyük oranda başarı ile tamamlamış olan DTÖ, Doha turunda yaşanan tıkanmanın ardından Hong Kong’da ciddi bir ilerleme sağlayacağının işaretlerini vermemekteydi. Toplantı öncesinde ilgili akademisyenlerin, konunun uzmanı siyasilerin beklentileri bile bu yöndeydi. 149 ülkeden 6000 civarında yetkilinin katıldığı toplantıdan elde kalan tek ciddi başarı, Seattle ve Cancun benzeri tamamen başarısızlık veya Doha benzeri bir tıkanmanın yaşanmamış olmasıydı. DTÖ Başkanı Lamy, Hong Kong toplantısının ‘siyasi enerji’ yarattığı şeklinde tarif etse de, Doha’da yaşanan tartışma ve karmaşadan ne kadar uzaklaşıldığı belirsizdir.Kısaca özetlemek gerekirse, Hong Kong toplantısının ardından şu kararlar alınmış oldu:

Antropoloji doktorası yapan bir Perulu'ya ülkesini sorduğumda: ‘Son yüzyılda kazandığımız bir hentbol maçı bile yok!' diye cevap vermişti. Latin Amerika'ya dair müteakiben aktardıkları ise ‘kanayan yaralardan' başka şeyler değildi. ‘Latin Amerika'nın kanayan yaralarını' ister Eduardo Galeano ' dan okuyalım, ister en sevimsiz ekonomi-politik metinlerden inceleyelim, değişmeyen tek şey tüm hikayelerin merkezinde ABD'nin olması. Meksika atasözünde ‘Ahh Meksika! Tanrıya çok uzak, Amerika'ya çok yakın' denmesi boşuna değil. Aynı şekilde bu ‘acıyı' teyit edercesine Reagon'ın, vakt-i zamanında, “San Salvador Houston'a, Houston'ın Washington'a yakınlığından daha yakın. Orta Amerika, ‘Amerikadır'” diyerek güneyi arka-bahçe ilan etmesini unutmak mümkün değil.

Kaba Güce Karşı İnce Güç “İnce güç” kavramını ilk olarak 1980’li yıllarda kullanan Harvard’ın Kennedy Hükümet Fakültesi dekanı Joseph Nye, uluslararası ilişkilerde ekonomik ve askeri yığınak yapmanın ötesinde farklı güç biçimleri bulunduğu düşüncesinden hareket ediyor. İstediğiniz bir şeyi elde etmenin üç temel yolu var: Karşınızdakini kaba kuvvetinizle tehdit etmek ve gerekirse savaşmak; karşınızdakini çeşitli biçimlerde satın almak; ve “ince güç” kullanarak ikna etmek. Nye’a göre ince güç, “istediğiniz bir şeyi, kaba güç kullanarak değil, başkalarının sizin hedeflerinizi kabul etmesini sağlayarak elde etmeniz”dir. Bu, karşı tarafı inandırıcı argümanlar ve rasyonel politikalarla ikna ederek mümkündür. Burada inandırıcılık ve ikna kaabiliyeti temel güç unsurlarıdır. “İnce güç” tabirini, Amerikanın dış politika alternatiflerini anlamak ve anlatmak için kullanan Nye, Amerika’nın inandırıcılık, ikna kaabiliyeti ve cazibesini kaybettiğini, bunun maliyetinin ise hiç bir ekonomik göstergeyle ölçülemeyeceğini düşünüyor. Ona göre Amerika’nın soğuk savaş dönemindeki başarısını devam ettirebilmesi, Afganistan ve Irak gibi yeni ülkeler işgal etmesine değil, kaybettiği ince gücünü yeniden kazanmasına bağlı. Amerikan karşıtlığının küresel bir olgu haline geldiği bir dünyada Amerika’nın tercih edilen ve güvenilen bir siyasi güç olması artık mümkün değil. Amerikanın ince gücü, önemini her gün yitiriyor.

Kürt sorununun -özellikle demokratikleşme, terör ve bölgesel kalkınma bağlamlarıyla- Türkiye’nin 2006 yılında başını ağrıtacak ve yüzleşmek zorunda kalacağı başlıca konulardan biri olduğu çokça dile getirildi. Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar krizlerden kaçınma arzusuyla halı altına süpürülen ve bir şiddet olayı yaşanıncaya kadar da bahsi açılmayan Kürt sorunu, ülkenin derin gündemi olarak neşter atılmadığı için ur gibi büyümeye devam ediyor. Kürt sorunu hakkında bu dönemde adamakıllı düşünmekten ve konuşmaktan sakınmanın vebali büyük olacaktır. Toplumsal barışı sürdürmeye ve tarafların tansiyonlarını düşürmeye yönelik somut faaliyetler gözle görülür hale getirilmezse, 2007 seçimleri Güneydoğu’da Kürtçü, kalan yurtta Türkçü partilerin oylarını arttıracağı muhakkaktır. Mart ayı sonlarında, özellikle Nevruz ile birlikte Türk ve Kürt ulusalcılıklarının kapışma noktasına geleceğine dair senaryo iddialarında bulunmuş olmaları dikkate alınacak olursa,1  medya camiasının çözüme katkı sağlayacak bir dil geliştirmek yerine, yangını seyretmeyi tercih ettiğini söylemek abartı olmayacaktır. Hatta, beklenen şiddet olaylarının çıkmamış olmasından duyulan gizli bir üzüntüyü Nevruz günlerinde çıkan gazete başlıklarından sezinlemek de mümkündür.

Küresel ekonomideki dengesizlikler yapısal derinlik kazanma yolunda hızla ilerliyor. Cari açıklar, sermaye hareketleri, enflasyon sıkıntıları ve gelir dağılımı eşitsizlikleri en başta gelen sıkıntılardan. Amerika küresel tasarrufları kontrol etmeye devam ediyor. Dünya genelindeki net tasarruf akışının üçte ikisi Amerika’ya yönelmiş durumda. Japonya ve Almanya gibi ülkeler Amerika’nın ithal ettiği kapitalin yarısına denk gelen kapitali ihraç etmeye devam ediyorlar. Amerika geriye kalan kapital akışını ise orta ölçekli ülkelerden karşılıyor. Petrol üreticisi ülkeler bu pastada büyük bir yer tutmuyor, Çin hatta düşük gelirli ülkelerden Hindistan, Endonezya ve Nijerya da paylarına,

1947’de, II. Dünya Savaşı’nı müteakiben 23 ülkenin başlattığı uluslararası ticaret görüşmeleri bugünkü Dünya Ticaret Örgütü’nü (DTÖ) vücuda getirdi. Yarım yüzyıldır devam eden görüşmeler Kuzeyin, Güneyin nerdeyse bütün gümrük duvarlarını yıkma süreci olarak geçti. Yaygın ekonomi-politik düşünce bu döneme ticaret liberalizasyonu da demektedir. 9-14 Kasım 2001’de Doha’da yapılan DTÖ VI. Bakanlar Konferansı sonrasında Güneyin bu makus talihini kırmaya yönelik ilk söylemsel adımlar atıldı.Özellikle Gelişmiş Ülkelerin (GÜ) tarım sektörüne verdikleri ihracat sübvansiyonları ve iç desteklerini azaltmaya yönelik ilk girişimler başlatılmış oldu. Haziran ayında Cenevre’de yapılan DTÖ mini-bakanlar toplantısında,  son 5 senedir yaşanan tıkanmanın bir benzeri vuku buldu.

Son dönemde siyasi gündemimizi neredeyse periyodik bir şekilde krizler işgal ediyor:  Şemdinli, Hamas, Danıştay cinayeti, ekonomik dalgalanma, Kara Harp Okulu Komutanı’nın istifası, cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları ve daha birçok örneğini sayabileceğimiz olaylar kısa sürede derin krize dönüşebilmiş konular. Krizin boyutlarını derinleştiren ana aktörler medyanın ve ilgili tarafların sorumsuz beyanat ve tavırları. Normal şartlarda kriminal vaka veya bürokratik yapının işleyişinde bir aksama olarak algılanabilecek çeşitli gelişmeler, yönlendirmeler sayesinde kriz atmosferi doğurdu. Bu atmosfer ister istemez çeşitli çevrelerde farklı komplo senaryolarını gündeme getirdi: Devlet ve ordu içi kliklerin çatışması,  Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması ve Türkiye’ye bu çerçevede biçilen rol, küresel sermayenin ulus devletlerle hesaplaşması, hükümetin beceriksiz yönetimi ve rejimin ciddi bir tehdit altında olması ön plana çıkan yaklaşımlar

Garton Ash’in, 27 Temmuz 2006 tarihli The Guardian’da yayımlanan yazısı “Avrupalılar olarak Orta Doğu’daki çatışmayı bizim yarattığımızı asla unutmamamız gerekir” başlığını taşıyordu. Ash’e göre, kökenleri tarihin derinliklerine uzanan Yahudi düşmanlığı Orta Doğu’yu kana bulayan, son Lübnan örneğinde görüldüğü gibi sivillerin hayatlarını kaybetmelerine ve yurtlarından ayrılmak zorunda kalmalarına yol açan başlıca nedenlerden biri. Avrupa tarihine bakıldığında sistematik bir Yahudi düşmanlığının olduğu ve bu kıtada istenmeyen Yahudilerin zamanla kendi devletlerini kurmayı amaçlayan siyasi siyonizm bilincini geliştirdikleri ve Avrupa’nın da yardımıyla nihayet 1948 yılında bağımsız bir devlet İsrail kurduklarını görüyoruz.

Mavi emzikli bebek cesedi, yıkık binalar, Nasrallah posterleri, Arap ülkelerinde öfkeli kalabalıklar, Condi Rice’ın yapay gülümseyişi, Arap Birliği'nin ölüm sessizliği, Türk basınında İsrailci köşe yazarlarının küstah tavırları ve İsrail’in uluslararası kamuoyunu hiçe sayan hâli; Lübnan fırtınası dindiğinde muhayyilemizde kalan kareler olarak kayda geçecek. Her krizin kaybedenleri ve kazananları olacağı gibi krizlerde yıldızı parlayan veya güvenilirliğini yitiren liderler ve kurumlar olur. Krizler âdeta turnusol kağıdı gibidir; gizli hesapları ve bilinçaltındaki karanlık düşünceleri ortaya çıkarır, biriken negatif enerji açığa çıkar ve yıkımın ardından bazı hesaplar yeniden gözden geçirilir

BM Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen 1701 no’lu karara göre Güney Lübnan’a 15000 barış gücü askeri konuşlandırılması öngörülmekte. Türkiye gündeminin son günlerdeki ana gündemi Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 no’lu kararı doğrultusunda Güney Lübnan’a asker gönderip göndermeyeceğidir. Cumhurbaşkanı Sezer, muhalefet ve köşe yazarlarının hemen hepsi bu konuda görüşlerini belirttiler.Kendi görev alanına girmeyen bazı konularda dahi zaman zaman görüş belirten Genelkurmay ise bu konudaki görüşünü henüz kamuoyuna aksettirmedi.